Erken seçim rüzgârının estiği bugünlerde seçimin ekonomik cephesini konuşmanın da tam sırası gelmiş demektir. Seçimler demokrasinin en temel mekanizmalarından biridir. Seçim mekanizmasının seçen ve seçilen olmak üzere iki yönü olduğu açıktır. Seçen yani “seçmen” penceresinden bakıldığında birey kendisi ve ailesi için en yüksek hizmeti sağlayacak partiye oy verirken, seçilen penceresinden bakıldığında politikacı ya da parti de kendisine en fazla oyu kazandıracak ekonomik söylemi ifade etmeye çalışacaktır. Seçmen tercihlerini, “kişisel çıkarlar” ve “ulusal çıkarlar” gibi birbirinden tamamen bağımsız iki seçeneğe indirgemek sığlık olsa da kişisel çıkarların seçmen tercihlerinde ağır bastığı bilinen bir gerçektir. İşte siyasetin aktörlerini “seçim ekonomisi” uygulamaya iten de seçmendeki bu saiktir. Seçim dönemi boyunca partiler vaatlerde bulunurlarken, ister istemez bir tüketim savurganlığı içerisine girilir. Vergiler kısılıp transferler artırılır ve kamu harcamaları hemen sonuç alınan gösterişli projelere doğru yönlendirilir. Bütün politikacılar ideolojik çizgileri ne olursa olsun etkili bir yere sahip olabilmek için seçmenleri ikna etmek zorundadırlar. Seçim öncesinde genişletici, seçim sonrasında daraltıcı ekonomi politikalarının uygulanması direkt olarak enflasyon, istihdam, büyüme, gelir dağılımı gibi değişkenlerde dalgalanmalara sebep olacaktır. Seçim sürecinde kamu harcamalarını artırarak, vergileri düşürerek, istihdamı artırarak ve yüksek büyüme hızı hedefi koyarak bütçe açıklarına ve fiyat artışlarına göz yumulması, seçim sonrasında ise tersi bir politika izlenmesi demokratik işleyişlerde “seçim ekonomisi” olarak biliniyor. Seçim ekonomilerinde bir yandan kamu harcamalarının artırılması, vergi afları, yapılandırmalar vs. gibi kamu gelirlerinin gevşetilmesi şeklinde maliye politikaları araç olarak kullanılırken diğer yandan para basılması, iç borçlanma senetleri, faizler gibi para politikaları araç olarak kullanılı...