Özelleştirme İdaresi Başkanlığı “Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş.” bünyesinde bulunan 14 şeker fabrikasını satma kararını açıkladığı günden beri devam eden bir tartışma başladı. Daha doğrusu önceden küçük bir grubun kısık sesle yürüttüğü tartışmalar alevlenerek büyüdü. Fabrikaların satılacağı beyanı ile birlikte Pandoranın Kutusu açılarak içerisinden Devletin üretim/ticaret yapmasından Pancar Şekeri – Nişasta Bazlı Şeker mukayesesine, küresel gıda devlerinin tarıma müdahalesine değin birçok mesele çıktı. Ticari menfaatler siyasi söylemlere, sağlık endişeleri tarım ve sanayi politikalarına karışınca üstelik medya tarafından tüm bu konularla ilgili bir enformasyon bombardımanına uğrayınca insanlarda zihin karışıklığı kaçınılmaz oldu.
“Şeker” çatısı altında tartışılan konuları birbirinden ayırarak bir tasnife tabi tutmak ve bu konuların meselelerini tespit etmek kanımca zihinleri berraklaştırmak adına faydalı olacaktır.
Şeker Fabrikalarının satılması olgusu tartışmanın “İktisat Politikası” yönüdür. Devlete ait iktisadi teşekküllerin özelleştirme kapsamında satılmasına itiraz edenler bu fabrikaların satılmasının, bir kısmı zarar etse dahi sahip oldukları dışsallıklar (istihdam yaratma, pazarın canlanması, esnafın satışları vs. gibi etkiler) nedeniyle özellikle bölge insanına orta ve uzun vadede zarar getireceğini iddia ediyorlar. Maliye Bakanlığı ise söz konusu fabrikaların verimli ve kârlı olmadığını ifade ederek satılması gerektiğini söylüyor. Ancak burada bakılması gereken mesele “Devletin piyasaya müdahil olmayı mı yoksa olmamayı mı iktisat politikası olarak tercih edeceği” meselesidir. Hükümetin bu meseledeki tercihi üretici/satıcı olarak piyasaya müdahil olmama yönündedir.
Bir diğer tartışma, satılacak fabrikalardaki kamu çalışanları ile geçici işçiler meselesidir. Mevzunun bu kısmı da “Çalışma Hayatı” ile ilgili yönüdür. Daha evvel özelleştirilen KİT’lerin personeli havuz oluşturularak diğer devlet dairelerine kaydırılmıştı. Yetkililerin beyanlarına göre, yine böyle yapılarak kamuda kalmak isteyenler devlet dairelerine dağıtılacak diğerleri ile sözleşme yapılacak. Burada da asıl mesele çalışan haklarının kamu-özel ayrımı yapmadan hak temelinde güvence altına alınmasıdır. Ancak emek piyasasında hızlı bir kamu-özel ayrışması gözleniyor.
“Gıda Politikası” tartışma konularından bir başkasını teşkil ediyor. Bilindiği gibi gıdanın market raflarına kadar olan süreci Tarım Bakanlığının denetiminde, rafa konulduktan sonraki sürecin denetimi Sağlık Bakanlığı uhdesinde. Bu süreçlerin denetimleri esnasında esas alınan kriterleri Birleşmiş Milletler bünyesinde bulunan “Dünya Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)” ile “Dünya Sağlık Örgütü (WHO)” tarafından oluşturulan “Gıda Kodeksi Komisyonu” belirliyor. Daha doğrusu bu kodeks ülkemize uyarlanıyor. Tartışılan meseleye gelecek olursak, sorun daha ziyade “NBŞ, şeker pancarından çok daha fazla zararlıdır” ekseninde sürdürülüyor. Açıkçası son haftalarda konunun uzmanlarının yaptığı açıklamalara baktığımızda iki şeker arasında fazla da bir fark olmadığını anlıyoruz. Diğer taraftan Sağlık Bakanlığınca düzenlenmiş rapor NBŞ’nin sağlığa zararlar içerdiğini söylüyor. Yani kafalar karışık.
Tüm bu bahis mevzu ettiğimiz meselelerin başlatıcısı ya da tahrik edicisi olarak tartışmaların hararetli bir kısmını da Cargill gibi küresel gıda devleri oluşturuyor. Bu yönüyle de konu “Küresel Gıda Emperyalizmi” başlığında yerini buluyor. Hatırlanacağı gibi dillendirilen iddialardan biri de “Cargill ’in hükümete verdiği şeker raporundan sonra Şeker Fabrikalarının satışının gündeme geldiği” şeklindeydi. Cargill benzeri küresel şirketlerin dünya üzerinde pazar oluşturma gayretleri hatta operasyonları bilinmedik şeyler değil. Bu tür küresel şirketlerin pazar ülkelere çeşitli siyasi baskılar yaptırdığı da yine malum. Fakat şurası da açıktır ki Şeker Fabrikalarının özelleştirilmesi bugün ortaya çıkmış bir mevzu değildir. Boğaz Köprüsünün satılması ile başlayan neo liberal sürecin miladı 24 Ocak 1980’dir.