Hiç ştahı olmasa da mutat olduğu üzre kahvaltı masasına oturdu.
Ağzına bir zeytin atmak istedi ama zeytin inat etti, çatala
gelmedi. O da peşine düşmedi. Çayını yudumladı.
Tuhaftı.
Saygıdeğer eşi “neyin var Kemal” dedi.
Fark edilmeyecek gibi değildi. Yüzü adeta yerlere düşmüştü.
Eşini duymadı.
“Yine Çarkçı diyecekler” diye içinden geçiriyordu. Baştan beri
takmıyor görünmeye gayret etse de çok içerliyordu.
İlkin Ankara Kalesi'ne çıkıp avazı çıktığı kadar bağırmak istedi.
Sonra burayı uygun görmedi; eylemimi İstanbul'da, “Kağıttepe”de
gerçekleştirsem daha etkili olur, düşüncesine kapıldı. “İyisi mi
Gürsel'e sorayım, İstanbul'u o benden iyi bilir” diye zihninden
geçirdi.
Başında filler tepiniyordu.
Kısa bir an unutunca panikledi. “Ulan ben nerde ne bağıracaktım”
dedi. Aklına gelince de kendisiyle gurur duydu. Hafızası
sağlamdı.
“Ben Çarkçı değilim” diye bağıracaktı.
Ne ki, çok geçmeden bundan da vazgeçti. Trampet çalmayı ve mümkünse
şehrin tüm camlarını kırabilecek kadar tiz bir çığlık atmayı aklına
düşürdü.
Yıllar önce arkadaşlarının zoruyla sinemada izlediği (hiçbir şey
anlamadığı halde ayıp olur endişesiyle de yarıda bırakıp çıkmadığı)
bir filmden aklında kalmıştı.
Nobel ödüllü romancı Günter Grass'ın aynı adlı başyapıtından Volker
Schlöndorff'un sinemaya uyarladığı Teneke Trampet (Die
Blechtrommel) filminin kahramanı Oskar Matzerath habire trampet
çalıyor, çıkardığı sesle de camları, bardakları kırıyordu.
Gelgelelim, Oskar'ın cüce kaldığını, hiç büyümediğini, dahası
büyümeye karşı çıktığını hatırlayınca, korktu. Kendi kendine
mırıldandı: “Ters bir mesaj verirsem, ayağım hepten çarşafa
dolanır.”
Trampet çalmaktan vazgeçti.
Saygıdeğer eşi, “Sana neyin var diyorum, Kemal” diye ünleyince, ilk
kez duymuşçasına donuk gözlerle baktı.