Fatih – Saraçhane'de Show TV muhabiri savunma içgüdüsüyle başını
eğmiş vaziyette korku ve endişeyle 15 Temmuz akşamı canlı yayın
yapıyordu.
Gerçekten müthişti, izlemediyseniz mutlaka internetten bulun
izleyin.
Söz konusu muhabir kameraya dönmüş halde, “İstanbul Büyükşehir
Belediyesi'nin olduğu yerden polise ateş açılıyor. Halk da korku
içinde…” der demez, halkın içinden biri, “Yalan söyleme! Halkın
korkusu yok. Asker halka silah sıkıyor” diye veryansın etti; öteki,
“Tayyip Erdoğan ölecekse biz de öleceğiz” diye haykırdı.
Bir diğer sade vatandaş da büyük resmi “gördüm” dercesine ünledi:
“Burası İkinci Çanakkale… İstanbul verilmez, ülke bölünmez…”
Sonra da hep birlikte başlarını göğe vererek kurşunların üzerine
yürüdüler.
Yenikapı'dan geçen gün canlı yayın yaparken de mezkur söze hassaten
vurgu yapmıştım.
Bu nasıl bilinçti ki, TSK üniformalı “askerlerin” darbe girişimini,
“İstanbul'u işgal etmek” maksadına matuf görüyordu?
Tanklar henüz sokaklara çıkmışken “dan” diye teşhisi koymak nasıl
bir bilincin ifadesiydi?
Aslında topyekûn millet, 15 Temmuz'dan beri, tarihin
derinliklerinden süzülen bilinçle direniyordu.
Bu bilinç sayesinde de “işgalcileri” şappadak keşfetmişlerdi.
Ne Suriye'nin kuzeyinde darbenin sonucuna ayarlı ihanet
hazırlığından ne Kıbrıs'ta konuşlanan İngiliz askerinden ne de CIA
eski başkan yardımcısı Graham Fuller'in mesai arkadaşlarından Henri
Barkey'in o gece Büyükada'da yaptığı toplantıdan haberleri
vardı.
Agah oldukları tek şey “üst akıl”dı.
Biliyorlardı; “üst aklın” taşeronlarının 2011'den beri Türkiye'ye
sistemli bir şekilde saldırdığını.
Bir süre önce AKP'li fırıldaklar da “üst akıl” diye bir şeyin
olmadığını, dahası, “hayali bir düşman” üretmenin dışında bir anlam
taşımadığını söylemeye koşulmuşlardı.