Esir kampına düşmesine sebep nihayet bir sokak lambasıydı. Bir
isyan, bir başkaldırı şarkısıydı fırlattığı taş.
Kaçmayı kafasına koymuştu. Mümkün değildi esareti kanıksamak. Hiç
kimse inanmıyordu kaçabileceğine.
Öylesine kuşatılmıştı her yan; gözetleme kuleleri, tel örgüler,
köpekler...
Düşündü taşındı, hesap etti ve kaçtı.
Arkadaşları onda inşa etmişlerdi kendilerini; dışarıya açılan
pencereleri, şehir şehir dolaştırdıkları umutları, adını bile
anmaya cesaret edemedikleri özgürlükleriydi.
Ona yakınlıklarını yarıştırdılar hemen. Biri, “Benimle dolaşırdı
hep” dedi; diğeri, “Ranza arkadaşımdı” diye övündü; öteki, “Bir
keresinde onunla yumurta yarışında...” diyerek başladı
anlatmaya.
Yazık ki yazık, dışarıda yapamadı; yakalandı. Ayağına prangalar
vuruldu.
Mahkûmlar onu tekrar görmekten hiç hoşnut olmadılar. Geri
“döndürülen” gurur duydukları arkadaşları değil, içlerinde
büyüttükleri yenilginin ete kemiğe bürünmüş haliydi sanki.
Cüzzamlıymış gibi kaçtılar ondan; bakmadılar yüzüne bile.
Hâlbuki zincire vurulmaz bir yürek, yenilgiyi kabul etmeyen bir
bilinçti o; iddiasından asla vazgeçmeyecekti.
Stuart Rosenberg'in yönettiği, “Cool Hand Luke” filminin söz konusu
kahramanı, hikâyesini anlatmadığımız, anlatamadığımız bizim
kahramanlarımızın yanında karikatür kalır.
Bizim kahramanlarımız!..
Bosna şehidimiz (canım arkadaşım) Selami Yurdan, çelik iradeli adam
Orhan Evci, dağların kartalı Bahattin Yıldız…
Ve Furkan Doğan ve Yasin Börü ve Mustafa Cambaz ve daha nicesi…
Gelgelim, “bizim muhteremler” de mezkur filmdeki mahkumlardan daha
beter, daha rezil!
Hâlbuki bir zamanlar ataerkil gelenekleriyle, emosyonal halleriyle
bulaşıcıydılar.
Kızdırıcı bir etki bırakıyordular toplumda. Öfkeliydiler. Otokratik
sistemlere, despotizme, kokuşmuş monarşilere küfrediyorlardı.
Haklıydılar. Mazlumların sesi, vicdanıydılar.
Jaures'in tanımladığı gibi, atalarının ocağından külü değil alevi
aktarmak için “kaynaklara” dönmekten dem vurdular.
Literalizmden kaçarken bir tahakküm teolojisi Vehhabiliğin
versiyonlarına tutuldular. Mütevazı değil, dışlayıcıydılar; Necip
Fazıl'dan Sezai Karakoç'a kadar üstatları, ağabeyleri
iplemiyordular.
Müteal değildiler.
Hint ve İspanyol tecrübelerini keşfedebilecek tecessüs ve
tefekkürden yoksundular.
Hiçbir zaman Doğu'nun ve Batı'nın künhüne vakıf değillerdi; Anatole
France'in öyküsündeki nehrin karşı kıyısında bulunuyorlardı
sadece.