''Adsız kahramanlarımız var; kıyamet gibi. Akif, “şüheda
fışkıracak, toprağı sıksan şüheda” diyor ya, boşuna değil.
Şehid kanıyla karılmış toprak…
Onun için kahramanlar yetiştirmeye münbit. Ve, onun için düşman
çizmeleri hiçbir zaman çiğneyemeyecek.
Hayır arkadaş, “Bastığın yerleri 'toprak' diyerek geçme, tanı! /
Düşün, altında binlerce kefensiz yatanı” sadece mısra değildir.
Necip Fazıl'ın “Sakarya Türküsü”nden Nazım Hikmet'in “Kuvâyi
Milliye Destanı”na, Arif Nihat Asya'nın “Naat”ından Mehmet Akif'in
“Çanakkale Şehitlerine” kadar sadece “şiir” değildir
Yaşam tarzıdır.
Bu topraklarda yaşamanın tarzıdır.
Akif, bu yaşam tarzı için çöl yolunu tutmuştu 1916'da, Kuşçubaşı
Eşref'le.
Mekke Şerifi Hüseyin'in milleti parçalayan “etnisite” veya
“kabilecilik” fitnesine karşı Suud Kralı'nın büyük dedesi İbni Suud
ve geniş nüfuzlu kabile reisi İbni Reşid'i uyarmak maksadıyla.
Çanakkale Savaşı devam ediyordu.
Uçsuz bucaksız çöllerde aç, susuz insanlar ve viran olmuş tren
rayları arasında dört buçuk ay süren yolculuk boyunca Mehmet
Akif'in aklında, duasında tek bir yer vardı: Çanakkale.
Acaba kovulabilecek miydi düvel-i muazzama?
“Telgraf var, acil gel,” gerekçesiyle, Kuşçubaşı Eşref, Şam-Medine
arasındaki El Muazzam İstasyonu'na çağrılır.
Kuşçubaşı, yüreği ağzında; koşar, gider istasyona.
Harbiye Nazırı Enver Paşa cepheden, Çanakkale'den haber verir:
“Akif'e selam söyle. Müjdeyi ver. Düşmanı kovduk
Çanakkale'den!..”
Kuşçubaşı Eşref bir solukta koşar Akif'in yanına. “Aziz üstadım,”
der, “duanız kabul oldu. Çanakkale'de muhteşem bir zafer kazandık;
İstanbul, namusumuz, şerefimiz kurtuldu…”