Bir defasında “Alt tarafı bu da bir iş” demişti, Muhammed Ali,
“Otlar büyür, kuşlar uçar, dalgalar kumları yalar. Ben de insanları
döverim.” ( Bir arkadaşımız da, “… ben de roman yazarım” diyordu
ya, bahs-i diğer.)
Hayır, Muhammed Ali'nin yaptığı, “alt tarafı bir iş” değildi.
O yumruklarıyla adeta yeryüzünün egemenlerini, müstekbirlerini,
“çok uluslu ebu Cehillerini” döver; ezilmişlerin,
ötekileştirilenlerin, kimsesizlerin adeta sığındığı liman
olurdu.
Haliyle o dövdükçe otlar bir başka büyür, kuşlar bir başka uçar,
dalgalar kumları bir başka yalardı.
Hele ki bizim kuşak; bir başka sevinirdik.
Çocukluğumuzun 3 bayramı vardı: Ramazan Bayramı, Kurban Bayramı,
bir de seher vakti başlayan ve hiç bitmeyen Muhammed Ali
Bayramı.
O bizim zalimlere karşı başkaldırımız, yüz yıllık yenilginin
ardından gelen öz güvenimizdi.
Nan kokusunu içine çektiğimiz fırınların duvarından berber
aynalarına kadar her yerde onun posterleri vardı.
O bizim “güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahramanımız,”
bayram içre bayramımızdı.
Devran döndü; çocukluğumuz Affan Dede'nin ambarına gitti ve bayram
bitti.
Şükür ki şükür, Muhammed Ali'nin unvanını aldığı o seher vakti
maçlarının ardından yaşadığımız coşkuya benzer bir coşkuyu yıllar
sonra yine yaşadık.
Ne zaman mı?
Siyonist Irgun çetesinin 48 Nisan'ındaki Deir Yasin katliamına,
aynı yılın Temmuz'daki Lida, Tantaura, El Tira ve Hayfa katliamına,
Ekim 48' deki Safsaf ve Davayima Köyü katliamına, Ekim 53' de Ariel
Şaron öncülüğündeki Kibya Köyü katliamına, Kasım 56' daki Samu
katliamına, Şubat 70'deki Abu Za'abel katliamına, Nisan 70'de (okul
bombalamak suretiyle 46 çocuğu katlettikleri) Sha'a katliamına,