Aynı kaba kaşık çalmak, aynı sobanın etrafında ısınmak ve hatta
televizyon seyretmek için bile yan yana gelinirdi.
Masal gibi yıllardı.
Kaptan Kirk uzay gemisi “Atılgan”la “Uzay Yolu”nda fink atar, uzun
kulaklı Mister Spock'la maceradan maceraya ışınlanırdı.
Karısını öldürmekle suçlanan Dr. Richard Kimble kendisini aklamak
için kaçar, kaçar, kaçardı.
Dışarda omuz omuza bir hayat vardı.
Dakika 61 dedi mi Ali Kemal (Denizci) sağdan ortalar, Hüseyin (Tok)
golünü yazardı.
Beşiktaş teknik direktörü Şenol Güneş o yıllarda hem milli
kalecimiz hem de Cumhuriyet Ortaokulu'nda Sosyal Bilgiler
hocamızdı. İşini ziyadesiyle ciddiye alır, kara tahtaya astığı
dünya haritası üzerindeki tüm ırmakları göstermemizi isterdi.
Nilüfer o vakit de güzel söylerdi ama biz en çok Yeliz'i severdik.
Tanju Okan dertli bir abiydi; “Kadınım…” derdi, başka da bir şey
demezdi.
Türkan Şoray'ın bakışına, Hülya Koçyiğit'in koşuşuna, İzzet
Günay'ın gülüşüne, Yılmaz Güney'in yürüyüşüne hastaydık.
Duvarlarda “Umudumuz Ecevit”, “Tek yol devrim” gibi yazılar
vardı…
Biz de bacak kadar boyumuza bakmadan duvarlarda uzandığımız
yükseklerdeki yerlere bir yandan “Tek yol İslam” yazar, bir yandan
da karşı apartmanın ikinci katındaki kızı keserdik.
Şimdiki gibi, twitter ve cep telefonundan kulak kulağı görmez bir
durum yoktu.
İnsanlara dokunabiliyor, kitaplara alabildiğine kaçabiliyorduk.
Orta mektep sıralarında Necip Fazıl'dan Dostoyevski'ye, Cemil
Meriç'ten Orhan Kemal'e kadar okur; Soljenitsin'den Sultan
Galiyev'e kadar bilirdik.
Mirzabeyoğlu'nun çıkardığı Gölge dergisinin her sayısını hıfzetmiş,
Yeni Devir gazetesi yazarlarından Sadık Albayrak'tan İsmet Özel'e,
Atasoy Müftüoğlu'ndan Erdem Bayazıt'a kadar tiryakisi olmuştuk.