Orhan Evci adlı canlar canı bir arkadaşım vardı;
gösterişten o kadar kaçınırdı ki, yabancı dillere vakıf olduğunu
kimsecikler bilmezdi.
Kitapları bile gizli saklı okurdu.
Ben hayatımda onun gibi “ak sütün içindeki ak kılı fark edecek
kadar gözü keskin” bir insan görmedim.
Fener niyetine alıp insanlara tutsanız, kimin ne mal olduğunu
anında size gösterirdi, diyeyim de anlayın.
Necip Fazıl'ın, “zaman bendedir ve mekân bana emanettir” şeklinde
tanımladığı şuurun mücessem hali gibiydi.
Öfkeliydi, hırçındı, nisyan nedir bilmezdi.
Hep bir tavır, hep bir duruş içreydi.
Mesela, daha çocuk denilecek yaşta, o vakitler Mehmet Ali
Aybar'ın partisine mensup babası, başörtüsü takmaya karar veren kız
kardeşini azarlayınca, babasıyla bir daha aynı rafa ayakkabısını
bile koymadı.
Nuri Pakdil ustamız bir defasında, “ciddi insan bulmak
zordur,” demişti, “ciddi olanlar da 24 saat ciddi kalamıyor…”
Ben hayatımda Orhan Evci kadar davasında ciddi insan
görmedim.
Günlerden bir gün, en yakın arkadaşlarından biriyle artık
görüşmediğini işitmiş, nedenini sormuştum.
Mezkur arkadaşını o denli silmişti ki yüzüme kimden bahsediyorsun
diye baktıktan sonra konuyu değiştirmek maksadıyla, “çocuk gelsin
de tezgahı bırakıp kaçalım” demişti.
Tezgâh dediği, Fatih, Malta'da kışın balıkçılık (ki nam-ı
diğer, Balıkçı Orhan'dı) yazın karpuz sattığı küçücük bir mekandı.
Yevmiye usulü mü yoksa boğaz tokluğuna mı çalışıyordu veya patronu
kimdi, hiçbirimiz bilemezdik. Bildiğimiz tek şey o mekânın sahibi
değildi.
Nihayet, tezgâhı bırakmak için beklediği “çocuk” gelmişti. Çocuk
dediği de, 70 - 75 yaşlarında bir ihtiyardı. (Bizim Ahmet Kekeç de
bir başka zaman aynı çocuk tezgâhçı muhabbetine bizzat muttali
olacaktı.)
Birlikte dolaşırken, o yakın arkadaşını neden sildiğini öğrenmek
için bir defa daha sormaya yeltendim, ama olmadı.