Saat gece yarısına yaklaşmasına
rağmen hâlâ dükkândaydı Salim Efendi.
Sirkeci’nin ara sokaklarındaki bu
eski iş hanına dışarıdan bakanlar, dördüncü katın kirli camlarından
zorlukla dışarı sızabilen yorgun ışığı görebilirlerdi.
Her ayın ortasında rutin olarak
yaptığı mal sayımının sonuçlarını kahverengi, deri kaplı defterine
yazmayı bitireli yarım saati geçmişti. Ama kırk beş yılını
geçirdiği tezgâhla duvar arasındaki o aralıktan kalkacak gücü bir
türlü kendinde bulamıyordu.
Bir ara garip bir esinti hissetti
dükkânda. Ilık bir esinti olmasına rağmen ensesinden topuklarına
kadar ürperdi.
Salim Efendi’yle birlikte,
oturduğu yerin arkasındaki duvara asılmış, kenarları kıvrılmış ve
yer yer yırtılmış Türkiye haritası da ürperir gibi oldu. Yıllar
önce bir gazetenin promosyon olarak verdiği eski haritanın
üzerindeki şehirler, dükkâna giren bu rüzgârla birlikte
dalgalandı.