Bir keresinde oruç tutamayan bir tanıdığım, “Sana hayret ediyorum. Çalışırken oruç tutmayı nasıl becerebiliyorsun?” diye sormuştu. Yüzünde bana acıyormuş gibi bir ifade vardı. Sonra birkaç kez oruç tutmayı denediğini ama iş yerinde performansı düştüğü için vazgeçtiğini söyledi. Konuşmasını, “Çalışmak da bir ibadet sonuçta hocam” diyerek sonlandırdı.
O anda bir şey diyemedim. Ama akşam iftarı yapıp çayımdan ilk yudumu alınca sahneyi kafamda tekrar canlandırıp şöyle bir cevap verdim:
Bak arkadaşım!
Eğer inanmıyorsan zaten oruç tutmazsın. İnanıyorsan ve mazeretin olduğu için tutamıyorsan yine mesele yok. Ama eğer inanıyorsan, bir özrün yoksa ve sırf zor geldiği için oruç tutmuyorsan asıl ben sana hayret ediyorum. Ve senin adına üzülüyorum.
Çünkü asıl eziyeti ben değil, sen çekiyorsun. Niye mi?
Çünkü sen iftar vaktine doğru ruha şifa veren, zihindeki gürültüleri dindiren o sükûnetin huzurunu yaşayamıyorsun. Sahur vakti sofraya altın tozu gibi serpilen o mahmur saadetten mahrum kalıyorsun. Her gece davul sesini duyup mutlu olmak yerine sinir...