Yıllar önceydi.
Çalıştığım okula Almanya'dan bir
Türk öğrenci gelmişti. Bu öğrencinin sınıf öğretmeniyle
konuşuyorduk.
Öğretmen dedi
ki: "Hocam, ben Almanya'yı bir şey zannediyordum. Ama
görüşlerim tamamen değişti."
"Hayırdır?" dedim. "Niye
görüşleriniz değişti?"
"Hocam" dedi sınıf
öğretmeni. "Almanya'da üç sene okumuş bir çocuk bizde 4.
sınıfa başladı. Ama konu olarak bizden çok geride. Bizim ikinci
sınıfta bitirdiğimiz matematik konularını onlar üçüncü sınıfta bile
bitirememişler."
Muhabbet benim de hoşuma gitti.
Milliyetçi duygularımız kabararak beş on dakika konuştuk. Alman
eğitim sistemini yerden yere vurduk.
Yüksek sesle İstiklal Marşını
okuma kıvamına gelmeden de ayrıldık.
Şimdi düşünüyorum da madem
müfredatta bizden daha geriden geliyorlar, Mercedes, Audi, BMW,
Siemens ve daha birçok marka bu ülkeden nasıl çıkmış?
Kimya, fizik, barış ve edebiyat
dallarında toplamda 102 Nobel ödülünü nasıl almış bu
adamlar?
Demek ki müfredatta ileri veya
geri olmak, bir milletin ileri veya geri olmasına etki
etmiyor.
Demek ki bardağı okyanusa
daldırmakla, kovaya daldırmak arasında bir fark olmadığını anlamak
için, gözümüzü okyanustan bardağa çevirmemiz
gerekiyor.
O zaman
oyun!
Yeni Zelanda’da okumayı beş
yaşında öğrenmiş çocuklarla, yedi yaşında öğrenmiş olanlar üzerinde
bir araştırma yapılmış.
On bir yaşına geldiklerinde, her
iki grubun da okuma becerileri aynı düzeydeymiş. Ancak, okumayı
yedi yaşında öğrenmiş olanların, okuduğunu anlama düzeyinin daha
yüksek olduğu görülmüş.
Yani iki sene daha fazla oyun
oynayan öğrencilerin bilişsel kavrama düzeyleri, yaşıtlarına göre
daha iyi durumdaymış.
“Bizim çocuk ilkokula
başladığında okuma yazmayı biliyordu!” diye övünen anne
babalara ve konular yetişmeyecek diye beden eğitimi dersinde
matematik işleyen sınıf öğretmenlerine duyurulur.
Cihada servisle
gitmek!
Çocuklara rahatsız edici derecede
iyi davranılan okulların devri kapanmak üzere. Artık okul
reklamlarında eli ayağı çamurlu, toprakla uğraşan çocuk görselleri
kullanılıyor.
Birkaç yıldır Kore’de sınıfı
süpüren, Japonya’da servis kullanmayan çocuklardan övgüyle
bahsediyoruz.
Yağmur başladığında nöbetçi
öğretmenlerin büyük bir panikle herkesi içeri soktuğu okullar da
artık revaçta değil. "Bırakın,
ıslansınlar!" diyen okul müdürleri artık daha çok
tutuluyor.
Çünkü sorumluluk almayı bilmeyen,
hayatla ilişkisi kopuk, iletişim gücü sıfırın altında olan bir
nesil geliyor. Üşümeyen, yorulmayan, acıkmayan, üzülmeyen, canı
sıkılmayan çocuklar toplumun geleceğini tehdit ediyor.
Bir seminerde konuşmacı bu
konudan bahsederken “Haydi, cihada gidiyoruz desek, servis
var mı diye soracak bir nesil
yetişiyor!” demişti.
Tespit mükemmel değil
mi?
Uzun lafın
kısası
Biruni Üniversitesi Rektörü Adnan
Yüksel geçtiğimiz haftalarda okulumuzu ziyaret etti. Sohbet
sırasında bir öğretmenimiz, "Hocam, anne babaların
çocukların ders çalışmalarıyla ilgili tutumları nasıl
olmalı?" diye sordu.
Adnan Hoca lafı hiç uzatmadan, üç
kelimelik güçlü bir cümle kurdu.
"Hâlden anlamak
lazım."
Başkası olsa belki
söze “Eğitim hâlden anlama sanatıdır" diye
başlayıp, "Kitap okuyarak anne baba
olunmaz" şeklinde devam eder ve "Çocukların
kullanım kılavuzu yoktur" diye konuşmayı
sonlandırırdı.
Ama Adnan Hoca öyle bir cümle
kurdu ki, içinde bin cümle eriyip gitti.
Helal olsun hocam!
Beni Türk öğretmenlere
emanet etmeyin!
Radyoda Muharrem İnce’nin Rize’de
yaptığı konuşmayı dinliyordum.
İnce, vaatlerini
sıralarken, “Gençlerimizin iyi eğitim alabilmeleri için
her yıl 10 bin kişiyi ücretsiz yurt dışına
göndereceğiz” dedi.
Ben diyeyim gaf, siz deyin
skandal!
Bir cumhurbaşkanı
adayının “Beyin göçünü önleyeceğiz” falan
demesini beklerken, “Türkiye’de iyi eğitim almanızın
imkânı yok” anlamına gelen bir cümle kurması beni inceden
korkuttu.
Mevcut durum çok parlak değil,
biliyoruz.
Ama eğitim vizyonumuz da bu kadar
karanlık olmamalı yani!