Avrupa’da aşırı sağın ve İslamofobi’nin tırmandığı bir sırada, Londra’da yapılan belediye başkanlığı seçimlerini Pakistan kökenli Müslüman bir İngiliz vatandaşının kazanması üzerinde durulmaya değer bir anlam taşıyor.
Avrupa’nın en kalabalık başkenti olan Londra’daki seçimlerin
sonucu iki bakımdan önemli: Birincisi muhalefetteki İşçi
Partisi’nin rakibi Muhafazakâr Parti’yi yenerek bu mühim koltuğu
ele geçirmesi; ikincisi de bu başarıyı gösteren kişinin Pakistanlı
(yani yabancı) bir göçmenin oğlu olması...
Sadık Khan, bir otobüs şoförü olan babasından farklı olarak
İngiltere’de iyi eğitim görmüş, avukat olmuş ve politikaya İşçi
Partisi’nin saflarında atılmıştır.
Londra’daki seçimlerde, fakir göçmen ailesinin 45 yaşındaki oğlu,
zengin ve soylu bir aileye mensup olan Muhafazakâr Parti ileri
gelenlerinden Zac Goldsmith ile boy ölçüşmüş ve onu yenmeyi
başarmıştır.
Farklılık içinde birlik
Bu başarıda Sadık Khan’ın kişisel yeteneği ve performansı kadar,
İngiliz halkının ikinci kuşak farklı kökenli, Müslüman bir İngiliz
vatandaşını desteklemeye yanaşmasının da büyük payı var.
Sadık Khan açısından, kazandığı seçim zaferi, kendisinin diliyle,
kültürüyle, zihniyeti ve değerleriyle, İngiliz toplumuna tam
entegre olmasının bir sonucudur.
İngiliz seçmenleri açısından İslam camiasına ve göçmen bir aileye
mensup bir politikacıya destek vermek, sağduyunun ve olgunluğun bir
göstergesidir.
Bu her iki tarafın da “farklılık içinde birlik beraberlik”
prensibini benimsediğini ortaya koyuyor.
Bu zihniyet, Sadık Khan’ın dini ve etnik kimliğine bağlılığını
etkilemiyor. Nitekim kendisi dini gelenekleri önemser, içki içmez,
İslam camiasının sorunlarıyla ilgilenir. Ama seçim kampanyasında
radikal İslam’ı desteklediğine dair ortaya atılan iddiaları
kesinlikle reddetti. İlk seçim konuşmasını da bir “pub”da (barda)
yapmakta sakınca görmedi... Başkan seçildikten sonra ilk resmi
fonksiyonu Avrupa’daki Musevi soykırımını anmak için Londra’da
düzenlenen törene katılmak oldu...