Önümüzdeki pazar günü Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100’üncü yıldönümüne ulaşacak olmamız, Cumhuriyet’in pek çok alanına yayılabilecek bir muhasebeyi de davet ediyor.
Eğitim ve bilimden ekonomiye, demokrasi tecrübesi ve hukuk düzeninden diplomasiye kadar pek çok alanda Cumhuriyet’in yüz yıllık seyrinin değerlendirmesi yapılabilir, artıları ve eksileri ile birlikte. Bu egzersizi yaparken ele alınan her bir alanda Türkiye’nin nereden yola çıkıp, nereye geldiği sorusuna yakından bakılabilir.
Ancak bütün bu alanlar içinde biri var ki, özel bir ilgiyi hak ediyor. Türkiye’nin geçen yüz yıl içinde göreceli olarak en başarılı çıktığı alanlardan birinden, Cumhuriyet’in dış politika alanındaki serüveninden, Türk diplomasinin geride kalan bu zaman zarfında verdiği sınavdan söz ediyoruz.
Kuşkusuz, yüz yıllık bir sürenin değerlendirmesini hangi başlıkta olursa olsun tek bir köşe yazısının sınırları içine sıkıştırabilmenin güçlüklerini, bunun taşıdığı riskleri belirtmeye gerek yok. Böyle bir değerlendirme, kaçınılmaz olarak ancak çok temel yönelişlere dikkat çekmek ve hepsinin bir arada ifade ettiği ana anlama odaklanmak durumundadır.
Ana tespit, Cumhuriyet’in dünyayla ilişkilerinde geçen yüz yılda büyük ölçüde barış içinde geçen bir dönemi tamamlamakta oluşudur.
***
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrolarının çoğu görevlerinin önemli bir bölümünü cepheden cepheye savaşarak geçirmiş Osmanlı kurmay subaylarından oluşuyordu. Kurulan Cumhuriyet’in bekası, ayakları üzerinde yükselebilmesi, kurumlarını inşa edebilmesi, öncelikle bir barış ikliminde yaşamasına bağlıydı.