Eğer 1946 seçimini çok partili demokratik rejimin başlangıç noktası olarak alırsak, demokrasi ile ilişkimizin geçen 71 yıllık süre içinde sürekli iniş çıkışlı bir seyir izlediğini, uygulamada sıkça özünden uzaklaştığını ve zemin kaybettiğini söylemek bir hata olmaz.
Aslında oyunun ilk başlama vuruşu bile vahim ölçüde bir faulle yapılmıştır. 1946 genel seçimi, gizli sayım ilkesinin geçerli olduğu, halkın iradesinin yok sayılarak sonucun çalındığı bir büyük şaibenin adıdır.
Halkın iradesinin gerçekten sandığa yansıyarak iktidarın barışçı bir şekilde el değiştirdiği 1950 sonrası dönem de ‘ilk deneme’ olarak demokrasinin içini boşaltan antidemokratik uygulamaların baskın olduğu bir dönemdir. Demokrat Parti’nin sandıkta elde ettiği gücü muhalefeti susturmak ve kuvvetler ayrılığını yok sayarak yargı bağımsızlığını ortadan kaldırmak amacıyla kullanması, bu döneme damgasını vuran ana yöneliştir.
Bu dönem 1960’ta çok partili hayatın ilk askeri darbesi ile noktalanmıştır. Bu darbe, neredeyse her on yılda bir tekrarlanan darbeler döneminin ve demokrasi üzerindeki askeri vesayetin önünü açmıştır. 12 Eylül askeri darbesi bu vesayetin en köklü şekilde kurumsallaştığı evreyi başlatmıştır.
*
Türkiye’de demokrasinin yaşadığı mağduriyet yalnızca askerlerin müdahaleleriyle sınırlı değildir. Sivil aktörlerin demokrasi kültürünü çoğunlukla içselleştirmemeleri ve ayrıca kendi aralarında uzlaşı yeteneğini sergileyememeleri, ülke sorunlarına demokratik zeminlerde çözüm bulunabilmesini güçleştirmiştir. Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit’in 12 Eylül öncesinde ülkenin göz göre göre bir kaosun içine yuvarlandığı bir dönemde el sıkışmaktan bile kaçınmaları, bu durumun en çarpıcı örneğidir.