Öncelikle, Kavala’nın savcılık tarafından sorgusu yapılmadan, yalnızca polise verdiği ifade esas alınarak doğrudan sulh ceza hâkimliğine sevk edilmesi, usul açısından tartışmalı bir durum. Sevk işlemini tutuklama talebiyle savcının yapmış olması buradaki sorunu ortadan kaldırmıyor.
Teamül ve CMK usul ilkesi açısından esas olan, şüphelinin soruşturmayı yürüten savcı tarafından sorgulanmasıdır. İstisna olan polis ifadesi üzerinden doğrudan hâkim huzuruna çıkma uygulamasının olağanüstü hal rejimine geçildikten sonra sıkça karşılaşılan genel bir pratiğe dönüştüğünü görüyoruz. Bunun sakıncaları ayrı bir yazı konusudur.
Hukuki açıdan tartışmaya açık bir başka durum, Gezi Parkı hadiselerinin savcılık ve sulh ceza hâkimliği tarafından doğrudan “devleti ve hükümeti ortadan kaldırma” faaliyeti, yani darbe girişimi olarak nitelendirilmesiyle ilgilidir. Gezi’den bu yana neredeyse dört buçuk yıl geçmiş olmasına karşılık, bu olayları darbe fiili olarak tespit eden bir yargı kararı yoktur. Olmadığı gibi, bu gösterilerin sözcüsü olarak ön plana çıkan Taksim Platformu’nun üyesi TMMOB, Mimarlar Odası gibi kuruluşların yöneticilerinin yargılandıkları 26 sanıklı dava 24 Nisan 2015 tarihinde bütün sanıklar açısından beraatla sonuçlanmış ve karar kesinleşmiştir.
Bu davanın sanıkları arasında Kavala yoktu. Gezi direnişinden sorumlu tutulan kadro beraat ederken, Osman Kavala’nın bu kadar zaman sonra Gezi direnişinin yönetici ve organizatörü olarak suçlanması izaha muhtaçtır. Kararlarda Gezi olaylarına FETÖ/PDY’nin de aktif olarak katıldığı ileri sürüldüğü için, Kavala bu suretle Fetullahçı örgüt ile de ilişkilendirilmiş oluyor.
*
Garip bir nokta daha var. Ortaya çıkan belgelerden Gezi olaylarından sonra Kavala hakkında soruşturma açıldığını, telefonlarının dinlemeye alındığını, arkasına polis takılarak fiziki takip de yapıldığını anlıyoruz. Zaten İsmail Saymaz’ın 11 Kasım 2014 tarihli Radikal’de yayımlanan bir haberi, o dönemde Kavala hakkında soruşturma açıldığına işaret ediyor. Ancak bu soruşturma herhangi bir sonuca ulaşmamıştır.