İlkokul yıllarında parlak bir öğrenci olan bir çocuk ilkokulu problemsiz bitirdi. Bu süre içinde ödevlerini düzenli bir şekilde yapıyor ve sürekli yüksek notlar alıyordu. Sınıfındaki bazı arkadaşlarının neden zorlandıklarına akıl erdiremediğinde, ana-babası çocuğa onun doğuştan özel bir yeteneğe sahip olduğunu söylüyorlardı.
Ancak yedinci sınıfa geldiğinde ansızın derslere ilgi duymamaya, ödevlerini yapmamaya ve sınavlara hazırlanmamaya başladı. Sonuçta notlarında hızlı bir düşüş meydana geldi. Anne ve babası onun çok akıllı bir çocuk olduğunu söyleyerek özgüvenini ayakta tutmaya çalıştılarsa da, çocuğun yeniden derslerine sarılmasını başaramadılar. Çocuğa göre, okul ödevleri sıkıcı ve anlamsızdı.
Günümüz toplumları için yetenek, aşırı önemsenen bir unsurdur ve birçok kişi zekâ ve yeteneğe sahip olmanın -bu yeteneğe duyulan güvenle birlikte- başarının kapılarını aştığına inanır. Oysa, 35 yılı aşkın bir süredir yapılan bilimsel araştırmalar, zekâ veya yeteneği gereğinden çok vurgulamanın gerçekte insanları başarısızlık karşısında çok daha kırılgan, güçlüklere karşı koyma konusunda çok daha ürkek ve eksiklikleri giderme konusunda da isteksiz duruma getirdiğini ortaya koyuyor.
Sürece odaklanmalı
Bu sonuç en çok, bu örnekteki gibi, okulun ilk yıllarında çaba harcamadan başarıya ulaşan, akıllı ve doğuştan yetenekli olarak tanımlanan çocukları etkiliyor. Bu tür çocuklar içten içe zekânın doğuştan edinilen ve değişmeyen bir unsur olduğuna inanıyorlar ve bu inanç da öğrenmeye çabalamanın akıllı olmaktan (veya görünmekten) daha önemsiz olduğu gibi bir duyguya kapılmalarına sebep oluyor.