Hayat, bir yolculuk. Başlangıcı kendi isteğimizle olmadı, ne zaman sona ereceğini de bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey, yaşadığımız zaman sürecinin, özellikle de şu anın irademizle olduğu. Madem yaratılan her şeyin bir sonu var, elbette ki ne kadar değerli olursa olsun, ne kadar vazgeçilmez olursa olsun hayatımızın da bir sonu olmalı. Ve biliyoruz, inanıyoruz ki geçici olan bu hayatın bir de karşılığı olacak.
Ahiret inancı insana bu dünyada başıboş bırakılmadığını hatırlatıyor. Hiçbir şey boşuna değil.
“Gerçekten, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, sağduyulu akıl sahipleri için, Allah’ın varlığını, kudret ve azametini gösterir kesin deliller vardır.” (Al-i İmran, 3/90)
Bizi çevreleyen öyle çok görüntü ve ses var ki, çoğu zaman etrafımızdaki bu büyük düzeni, bu muhteşem yapıyı göremiyoruz bile. Her şey bu haliyle öyle doğal geliyor ki, alışıyoruz, sanki dünya dönmek, güneş doğmak, biz hep genç, güzel, sağlıklı, neşeli olmak zorundayız. Bazen ki eğer nasibi varsa kişinin, aynadaki kırışan yüz, ağaran saçlar, çevredeki yeni doğan ve ölenler ya da belki bir hastalık sarsıyor onu! Ölümü hatırlalıyor.
Kimim ben, burada ne işim var, nereye gidiyorum, neyim, ne olmalıyım? İşte ışık ve karanlık, sıcak ve soğuk, iyi ve kötü, güzel ve çirkin; hepsi bir arada. İnsan, sorgulama sürecinde daha iyi anlıyor; sadece yemek içmek, giyinip kuşanmak, gezmek eğlenmek, çalışıp didinmekten ibaret olamayacak kadar değerli bir hayatı olduğunu. Kendi hayatının baş rolünde olduğunu. Bir izleyici olmadığını. Ve yalnız çevresindeki değil, dünyadaki olup bitenlerden de sorumlu olduğunu. İşte bu bilinç ile bir amacı olması gerektiği sonucuna ulaşıyor.
Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, kim olursa olsun her insanın bir amacı, hedefi vardır. Olmalı. Herkesin bir diğerini gözettiği, erdemli bir hayatın bir ucundan yakaladığını düşünsek bir an… Sadece düşünsek… Yüzümüzü aydınlatan, yüreğimizi ferahlatan bir düşünce.