Hikayeler mutlaka ahlaki bir tutum almamızı gerektirir. Öylesine bir hikaye diye bir şey yoktur. Bir hikaye daima bir anlam yüklüdür, öbür türlü hikaye değil basit bir olaylar dizisi sayılır. Bir sosyal bilimcinin değer yargılarından bağımsız bir sosyoloji yaratma hayali mümkün olabilir ama değer yargılarından bağımsız hikaye diye bir şey olamaz. Hikayeler kısmen bildiklerimizi bize hatırlattıkları, kısmen de önemli bulduğumuz şeyleri yeniden düşünmemizi sağladıkları için varlıklarını sürdürür.
Büyük anlatı ikamet edilen bir mekandır. Orada yaşamak isteriz. Her toplum sıklıkla, özellikle de kriz anlarında atıfta bulunacağı bir büyük anlatı geliştirir. (Anlatının Gücü/ Robert Fulford)
*
Her okur okuma esnasında kendi benliğini okur. Yazarın elinden çıkan eser okurun, bu kitap olmasaydı, kendi başına belki de hiç kavrayamayacağı şeyi fark etmesini sağlamak için yazarın okura sunduğu bir çeşit optik araçtan ibarettir. Kitabın söylediği şeyin okur tarafından kendi benliğinde fark edilmesi kitabın doğrululuğunun kanıtıdır.
Tragedyanın dramlaştırdığı konu kurmaca niteliği taşımasından ötürü, sahnede canlandırılan acı ya da dehşet verici olaylar, gerçekte olacağından hayli farklı bir etki uyandırır. Bu olaylar bizi etkiler ve ilgimizi çeker, fakat hayli uzaktan bir ilgi ve etkidir bu. Zira bunlar gerçek hayatta değil, başka bir yerde vuku bulan olaylardır. Sırf hayali bir düzeyde var olmaları için de, temsil edilirken dahi belli bir mesafede konumlandırılırlar. Bunların etkisi doğrudan kuşatan bir etki değildir, gerçek hayatta uyandıracakları korku ve acıma hislerini “temizlemek”tir.
Büyülenme eleştirinin antitezi ve düşmanıdır. Büyülenmek kişinin eleştirel düşünceye kapalı hale gelmesi, aklın fikrini kaybetmesi, gördüğü şeyi ciddi ve aklı başında bir incelemeye tabi tutmak yerine onun ayartısına kapılması anlamına gelir. (Edebiyat Ne İşe Yarar?/ Rita Felski)