BRIQ Danışma Kurulu Üyesi Prof. Dr. Semih Koray, bu kapsamda kamuculuğun yükselişini, Türkiye ve gelişen dünya açısından inceledi. Prof. Dr. Koray’ın yazısını üç bölüm halinde yayınlıyoruz:
21. yüzyılın 20. yüzyıldan en büyük farkı, Ezilen Dünya’nın kendi içinden hayatın her alanında emperyalist sisteme seçenek olmaya yönelen bir Gelişen Dünya çıkarmış olmasıdır. Dünyada üretimin odağı Batı’dan Doğu’ya kaymıştır. Bu sürecin başını çeken Çin Halk Cumhuriyeti’nin devlet öncülüğünde kamucu ve paylaşımcı bir yaklaşımla kazandığı başarılar bütün dünyada bir “mucize” etkisi yaratmıştır. Batı’da geliştirilmiş olan büyüme ve kalkınma kuramları köklü bir biçimde sorgulanmaya başlamıştır. Dünya Bankası’nın ve Uluslararası Para Fonu’nun bütün ülkelere dayattığı tek tip reçeteler artık itibarlarını da, işlerliklerini de yitirmiştir.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra yerküreye dizginsiz bir biçimde egemen olmaya yönelen ABD’nin neoliberal uluslararası düzeni, dünyanın çok kutuplu bir hale gelmesiyle birlikte çöküşe geçmiştir. Bugün bütün dünya, daha eşitlikçi ve adil yeni bir uluslararası düzen arayışı içindedir. Daha da önemlisi, Gelişen Dünya’nın başarıları ve beraberinde getirdiği çok kutupluluk, her ülkenin kendisi için belirlediği kalkınma stratejisi doğrultusunda uluslararası işbirliğinden yararlanması için uygun bir zemin yaratmaktadır.
Bugün Gelişen Dünya’da nesnel zorunlulukların öznel tutumları çok güçlü bir biçimde etkilediği bir dönemden geçiyoruz. Emperyalist sistemin hegemonyasının geriletilmesiyle kazanılan hayat alanının genişlemesi, bu etkinin siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda hızla yaygınlaşmasını beraberinde getirmiştir. Nesnel etkenlerin tetiklediği cereyanların bu kadar güçlü olması, devrimin yükseliş dönemlerine özgü bir durumdur. Bugün insanlık, yepyeni bir dünya yaratmanın eşiğindedir.
Öte yandan nesnel etkenlerin tetiklediği yönelimlerin insanlığı kendiliğinden bu yeni dünyaya ulaştırmasına olanak yoktur. Özellikle insanlığın toplumsal gelişmede kendiliğindenliğin sonuna varmış olduğu çağımızda bu olanaksızlığın kavranması daha da büyük bir önem kazanmıştır. Çin’e özgü olmasına karşın, Çin deneyinin benzer bir sorunsalla karşı karşıya olan Gelişen Dünya’ya öğrettiği en önemli ders, başarıya ulaşmada bilimin ışığında hazırlanmış bütünsel bir program ve stratejinin devlet öncülüğünde uygulanmasının vazgeçilmezliğidir.
İnsan, üretici güçlerin merkezindeki temel unsurdur. İnsanın özü, onun toplumsal varlığıdır. Toplumsal ilişkiler, toplumun yaratıcılığını ve enerjisini seferber ederek dünyayı değiştirme yetisine katkıda bulundukları ölçüde insanın özüne güç katar. Tarih boyunca toplumsal sistemler, yükseliş dönemlerinde insanın toplumsal özünü pekiştirirken, çöküş süreçlerinde sönümlendirmeye yönelmiştir. Sistemin insanın toplumsal varlığı üstündeki etkisini toplumsal olarak neyin ileri, neyin geri olduğunun belirlenmesinde nesnel ölçüt olarak almak yanıltıcı olmaz.