Kuran’ı Kerim namaz ve oruç ibadetlerini infak ve zekattan ayırmamış tam tersi tamamlayıcı bir rüknü gibi görmüştür. Belki de bu sebeple Müslümanlar da asırlar boyunca çok büyük bir istekle kendi mallarını hayır için vakfetmişlerdir. Her ne kadar İslam’da vakıf diye bir müessese olmasa da bu sistemi ortaya çıkaracak pek çok ayet ve hadis fazlasıyla mevcuttu. Bir müminin amel defterinin üç türlü kapanmayacağına inanan bir ümmet için bu kaçınılmazdı. “İnsanoğlu öldüğü zaman, bütün amellerinin sevabı da sona erer. Şu üç şey bundan müstesnadır: Sadaka-i câriye, istifade edilen ilim, kendisine dua eden hayırlı evlat” Vakıf kelimesi terim olarak “bir malın maliki tarafından dini, içtimai ve hayrî bir gayeye ebediyen tahsisi” şeklinde özetlenebilir. Burada açık olan husus bir kimsenin mülkiyetindeki bir malı-kazancı herhangi bir sebeple bir ihtiyacın karşılanması için –bu insan ya da canlı olmak zorunda da değil- tahsis etmesidir. İslam tarihinde çok farklı ve ilginç gerekçelerle kurulmuş çok sayıda vakıf örneği görmekteyiz; ‘evde kalmış kızları evlendirme vakfı’, ‘vahşi hayvanları besleme vakfı’ … Fakat buradaki asıl mevzu bu vakıfların güçlerini kurucularının güçleri nispetince vakfettikleri mal-mülkten almasıdır. Vakfın kurucusu, vakfın kuruluş senedinde neleri vakfettiğini, elde edilen gelirin hangi usul çerçevesinde ne kadarının vakfın giderleri için, ne kadarının hayır amacı için ve ne kadarının da mütevelli heyetinin geçimi için kullanılacağını; mütevelli heyetinin de kimlerden oluşacağını ayrıntılı bir şekilde yazardı. *** Peki, şimdi neden böyle bir ayrıntıya girdik diye merak edenleriniz olmuştur.