Serdar Tuncer Yeni Şafak Gazetesi

Âşıklar ölmez

Kelime mühim. Kelimelerle sadece konuşmuyoruz; düşünüyor, bilgiyi, değeri, varlığı yorumluyor, onlara yüklediğimiz manadan kendimize bir kalp mayası tutturuyor, eşyaya ve hayata dair telakki ve teklifimizi hep kelimelerle...

01 Kasım 2018 | 3.225 okunma

Kelime mühim. Kelimelerle sadece konuşmuyoruz; düşünüyor, bilgiyi, değeri, varlığı yorumluyor, onlara yüklediğimiz manadan kendimize bir kalp mayası tutturuyor, eşyaya ve hayata dair telakki ve teklifimizi hep kelimelerle biçimlendiriyoruz. Dilimizden çekilen kelime bütün tedailerini de alıp önce hayatımızdan sonra ruh dünyamızdan çekilip gidiyor. Kelimelerimizi yitirmemiz buradan bakınca kendimize has duruşu, tasavvurumuza özgü değer yargılarını, eşyayı kendimiz gibi yorumlayıp algılayışımızı, hülasa bizi yitirmemiz manasına geliyor. Söz gelimi bir alışveriş sonrasında esnaf müşterisine; “Allah bereket versin” dediğinde müşteri de “Bereketini bul” diye mukabele ediyorsa alınan ve verilen sadece mal ve para olmanın çok ötesine geçiyor, aşkın bir dua ritüeline dönüşüyor. Esnaf ve müşteri böylelikle maddî ve dünyevî olan alelade bir alış-verişi manaya ve ötelere ait uhrevî bir seremoniye dönüştürüyor. Bu iki cümlede geçen “bereket” kelimesi sadece azalıp çoğalan bir metaı ifade etmekle kalmıyor aynı zamanda dürüstlük, itimat ve helale dair bir hassasiyeti de açığa çıkarıyor. İhtiyaç fazlasını tedarik etmenin tûl-i emel sayıldığı bir iklimin kapısı o bereketle aralanıyor, iktifâ ve istiğnâ o aralıktan arz-ı endam ediyor, kapitalizme karşı kendiliğinden Müslümanca bir tavır bu suretle beliriyor ve daha neler neler... Esnaf ve müşterisinin teşekkür ve iyi günler dileğinin ne kadar da ötesinde ve üstünde bir durum değil mi? Kaldı ki şimdilerde bunu bile esirger olduk birbirimizden.

Kelimelerimizin tedaileriyle birlikte dilimizden ve hayatımızdan firar edişinin muhtelif sebepleri var. Tanzimat’la beraber ötekine olan hayranlıkla yaprak dökmeye başlayan kelime dünyamız, Harf İnkılabı ile birlikte neredeyse kökünden budanıyor, “Öz Türkçeleştirme” adı altında işlenen cinayetlerle hepten köksüzlüğe mahkûm oluyor, sonraki zamanlarda yaşanan birtakım olaylar da işin tuzu biberi oldu mu toprağın ta altından o köke temas etmiş olmakla güzelleştiği için öpüp başımıza koyduğumuz tek tük dal budak parçacıkları mesabesindeki güzelim kelimelerimiz bile yitip gidiyor avuçlarımız arasından. O kelimeleri kaybettiğimiz yerlerden –nasıl olacak bilmem ama- bir bir toplamadan, bulduğumuz kelimelerle ilhamını kadimden alan yeni bir zihin ve kalp dünyası inşa etmeden, kendimizden başlayarak yeryüzüne ihya edici bir nefesi üfleyebilmemiz mümkün görünmüyor. Bu meseleyi daha evvel muhtelif sebeplerle ele aldığımızı köşemizin müdavimi olan okurlar hatırlayacaklardır. Şimdi bu eski derdi iki ayrı cihetten nazarlarınıza sunmak istiyorum.

Birincisi kelime yahut cümlenin irfan geleneğimize temas eden yanlarını bilmeyişimiz ve ihtimamsızlığımız sebebiyle ihmal edişimiz. Son zamanlarda şöyle cümleler duyuyoruz: “Zâtımı ziyarete geldiler”, “Zâtım bu konuda şöyle düşünüyorum.” İrfan geleneğimizde zât, âlimi, arifi, ehlullahı ifade için kullanılırdı. Bu zâtlar kendilerinden bahsederken asla “zâtım” demez fakat onlardan bahseden diğer insanlar bir saygı ifadesi olarak meskûn bulundukları mahalle atıfla ve bir hürmet ifadesi ile de destekleyerek “zât” tabirini kullanırlardı. “Kasr-ı Ârifan’daki zât-ı muhterem”, “Nişabur’daki aziz zât” gibi. Yahut padişahtan bahisle “zât-ı devletleri”, hürmete şayan bir şahsı kasıtla “zât-ı âlileri” gibi. Şimdilerde ise bir partinin il başkan yardımcısının “ilçe başkanımız zâtımı ziyarete geldi” demesi seçmenler nezdinde o kişinin âli kültürüne(!) işaret etse de ehlinin nazarında onu komik duruma düşürmekten başka bir işe yaramıyor. Bu komiklik üniversiteye yeni intisab etmiş bir talebenin, hocasının iyi dileğine onun gibi karşılık vermek isterken; “birmukabele” yahut “bimukabil” demesinden daha az değil. Böylesi durumlarda cehalet sebebiyle fakat iyi niyetle yapılan yanlış taklide sevinsek mi, medeniyetin ihyası bahsine dâhil hemen her meseledeki paçozluğumuza ayna tutması itibari ile ağlasak mı bilemiyoruz. Bir de işin en uç noktası var ki, sormayın: Aşağılamak niyetiyle “Pensilvanya’daki zât(!)” diyorlar. Kullanım açısından bir mahsuru yok gibi görünse de bu ifade kadime ve irfana yaslanan cihetiyle içimizi acıtmaya yetiyor. Oradaki müptezel için zât demek evvel emirde zât kelimesinin kendisine, sonrasında ise zâtı ile gönül dünyamızı ihya eden cümle zevât-ı kirama hakarettir. Söz bu şaklabana gelmişken bir hususu daha ilave etmekte fayda var. Kelimelerimizi yitiriş sergüzeştimizin son halkasında Pensilvanyalı ve avenesinin payı hiç de az değil. Cemaat kelimesinden başlayarak, imam, hoca efendi, vaaz, himmet, hizmet, nur, istişare, gaybubet, keramet, abi, abla gibi tedâisi tamamen güzel olan pek çok kelime ve kavramın içini boşaltıp hepsinin zihin ve gönül dünyamızda tam aksi istikamette yankı bulmasına sebep oldular. Cümle içinde bu kelimeleri kullanmaktan çekiniyor, bir başkasından işitince huzursuz oluyoruz. Aslında bu tedirginlik ve huzursuzluğumuzla hem yanlış yapıyor hem de onların gayelerine hizmet ediyoruz. Yapmamız gereken bütün bu kelimeleri ısrarla, üstüne basa basa, kalbimizden gücünü alan bir vurguyla yeri geldikçe kullanmaktır. Bizim güzel ve doğrumuzu kendi çirkin ve yanlış emeline alet edenler bize ait olanın güzellik ve doğruluğuna zarar veremez. Ancak biz onların yaptıklarından dolayı bu güzel ve doğrumuzu dile getirmekten endişe eder, tedirgin olursak onlar kazanmış olurlar. Bendenizin aklına hizmet derken ağlak ve sahte bir yüz ifadesi ile menfaat devşirmeye çalışan bir şaklaban değil; ümmet-i Muhammed’e hizmet etmenin Allah rızasına giden yol olduğunu izhar ve ihtar için “Hizmet nimettir” diyen ayaklarına turab olunası aziz bir zât geliyor mesela. Gelsin, hatta hiç gitmesin.

Ölümü ebedi hayata doğuş olarak gördüğümüz zamanlarda ölenler hayatlarını kaybetmiyor ebediyete doğuyorlardı. Kazanmak için ömür tüketilen hayat elbette kaybedilir ve bereketi olmazdı. Hâlbuki ebediyete giden yolda bir ağaç gölgeliği gibi görülen dünyadan ise sadece “göçülür”dü “rahmet-i Rahman’a.” Konanlar kaybetmemeye çalışıyordu hayatı, göçeceğini bilenler öteleri kazanma derdindeydi. Kelimeler ve şuur farkı!

Bir Allah dostu, meşhur birisinin ölümünü haber vermek için “Efendim filanca vefat etti” dediklerinde duymazdan gelmiş, üçüncü kez söylendiğinde ise “Nasıl birisiydi” diye sormuştu. Pek öyle dinle, imanla alakası olmadığını ifade sadedinde kurulan cümlelere tebessümle mukabele etmiş ve şöyle demişti: Biz imanından zahiren haberdar olunan kimseler için “rahmet etti” diyoruz, kâmil iman sahibi zatlar için “vefat” kelimesini kullanıyoruz, ahvalini bilmediklerimiz içinse “öldü” diyoruz.

Nadiren ettiği sohbetlere; “Kusura bakmayın, Türkçemiz biraz azdır” diye mahcubiyetle başlayan bir zâtın ölüm haberi üzerinden verdiği Türkçe dersine hayran olmuş ve o an bir kez daha anlamıştım ki, kelimenin kalple, lisanın irfanla, kâlin halle kesin bir irtibatı var.

YAZININ DEVAMI

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Merhabaya muhtacız 04 Aralık 2021 | 198 Okunma Aman ha! 12 Eylül 2019 | 809 Okunma Hangi mahkeme? 05 Eylül 2019 | 499 Okunma La bu din n’etti size? 29 Ağustos 2019 | 1.266 Okunma Kebapçı tayfa 22 Ağustos 2019 | 878 Okunma