Herhangi bir sözü söyleyen kişi, söylediğinin ne olduğunu biliyorsa dinleyen o sözden etkileniyor. Meseleye vukûfiyetimiz ve yakînimiz belirliyor muhatapta doğacak tesirin derecesini. Bilmek çok katmanlı. Kudemâ, ilme’l yakin, ayne’l yakin ve hakka’l yakin diye tasnif etmiş bilmeleri. Bilmek, görmek ve olmak... Sathî bilgiyle naklettiğinize hayran olabilir insanlar ama buradan gerçek bir fayda doğar mı? Sanmam. Gördüğünüzü ifade ettiğinizde tesir artar; olduğunuzu anlattığınızda muhatabı dönüştürecek bir hacme bürünür.
Olsak anlatmaya da hacet yok, sükûtumuz yetecek meramı ifadeye ama biz hep bilmediklerimizi dile dökmenin derdindeyiz. İnsan bilmediğini anlatabilir mi? Anlatır. Hatta en çok bilmediklerini anlatır insan. Bilse susacak ve anlaşılacak mesele ama insan ha bire anlatır çünkü bilmez. “El atına binen köy içinde inermiş” sözü tevekkeli söylenmemiş. Bedeli ödenip hazmedilen bilgi dinleyenin kalbinde öteler habercisi incilere dönüşürken kuru bir ezberle nakledilen hikmet incisi, dinleyenin avuçlarına pazar malı boncuklar olarak düşüyor. Selam olsun Salih Baba’ya: “Âşıkların sözlerini alıp satan âşık mıdır/ İçini görmez sarayın vasfeder duvarını.”
Söz su gibi. Sözler dudağımızdan ya suyun kimyasal formülü gibi çıkıyor ya kurşun kalemle çizilmiş eciş bücüş resmi gibi yahut kulak okşayan bir su sesi gibi ama suyun kendisi yok. Söylediğimizi bilsek, görsek ve olsak dudağımızdan çağlayanlar dökülecek, suya kanacak sesimizi işitenler ama nerede? Hatta bu bile yeterli değil çünkü tesiri doğuran dudaktır; söz değil. İhtiyacımız olan şey dudaklarımızdan çıkacak yeni ve pırıltılı cümleler değil; eskimeyen cümleleri ifadeye layık, pir ü pak dudaklara muhtacız. Suyun kaynağı tertemiz değilse altında duranlar ıslanır sadece, ıslanır ve kirlenir ama yıkanıp temizlenemezler. Suyun kaynağı kalp. Kalp selîm olacak ki dudaktan dökülen şifa olsun.
İnsan ezberin ötesine geçip bildiğini hazmetse ve bedelini ödese, gayret edip görse, görmeyi aşıp olsa, nihayet kalbini de selim eylese yeter mi? Hayır! Hakiki fayda için başka bir şey daha lazım galiba: Söyleyeni aradan çıkarmak. Senden konuşan sen olmayasıya susacaksın Allah’tan gayrısına. Dudak sende kıpırdayacak ama söyleyen sen olmayacaksın. Zor ama elzem. Söz böyle söylendiği vakit eskimiyor çünkü. “Her dem yeni doğarız bizden kim usanası” sekiz asır geçmiş üzerinden ama tarâveti hâlâ üzerinde. “Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” eskimedi yüzyıllardır...
Gecem gündüzüm kendisini aradan çıkaran gönüllerin, eskimeyen gazelleriyle geçiyor bu aralar. Evde, işte, arabada, uçakta, otururken, yürürken, hatta uyurken, işim gücüm gazel dinlemek... Evliya-yı kiram hazeratının nutk-ı şerifleri selîm bir gözeden kaynayan berrak sular gibi. Okumak kalbinizi kıpır kıpır etmeye yetiyor zaten. Bir de zikir meclislerinde dervişin biri elini kulağına atıp o nutk-ı şeriflerden birisini söylemişse, nasıl yangın yerine dönmesin ortalık.
Stüdyo yok, mikrofon yok, enstrüman yok, aşk var sadece. Birisi dinlesin diye, dinleyecek diye söylemiyor adamcağız, kaydedildiğinden bile habersiz. O an o gazeli söylemese yanacak sanırsın. Yanmamak için söylüyor, kendisine söylüyor, dinledikçe sen yanıyorsun. İnce belli bardaklara incitmeden dokunan kaşıkların şıkırtısı kâh bir dervişin hıçkırıklarına karışıyor, kâh kalbinizi ürperten bir cezbenin feryadına eşlik ediyor, kâh ayak seslerinin, zarif iç çekişlerin, mırıldanmaların senfonisinde vazifesini icra eyleyip ritim tutuyor edeple. Müthiş bir doğallık... Gayet munis, ahenk içinde, olması gerektiği gibi her şey; ne bir eksik ne bir fazla. Okuyan filan yerde detone olmuş, falan yerde sesi çatallanmış, kayıt cihazını bir yerde uzak tutmuşlar, bunlar hiç ama hiç önemli değil, fark etmiyorsunuz bile. Hani birisi stüdyoya girip aynı gazeli okuyacak olsa orayı detone okur, orada sesim çatallansın diye uğraşır, orada mikrofondan uzaklaşır, öyle.