Birisi bir soru soruyor, diğeri bir cevap veriyor, öteki bu cevaptan hareketle İslam’a olan kinini kusuyor, beriki de dava açıyor. Güler misin ağlar mısın? Hepsi yanlış! Yanlışın yanlışla düzeltilemeyeceğinin farkında olmadığı için bu yanlışa ortak olan herkese bir çift laf söylemek doğru mudur bilmiyorum ama söyleyeceğim.
Soruyu soranlardan başlayalım. Birkaç kitap karıştırarak cevabını kolaylıkla bulabileceğimiz ilmihal seviyesindeki soruları bir başkasına sormaya bayılıyoruz çünkü tembeliz. Din İşleri Yüksek Kurulu, filan Ramazan hocası, falan ilmine itimat ettiğimiz hoca dururken kitap karıştırmak zor geliyor. A benim okulunu bitirmek için onlarca kitabı deviren, arkadaş ortamında entelektüel profilime zeval gelmesin diye roman özetleri okuyan, güzel yemek yapabilmek için mutfağını yemek kitaplarıyla dolduran, gönül çelebilmek için romantik şiirler ezberleyen kardeşim! İki cihanda da sana saadeti getireceğine iman ettiğin dininin, hiç olmazsa ilmihal seviyesinde bilgisine sahip olmak çok mu zor?
Belli ki dindarsın, bu meselelerde belirli bir hassasiyetin var. Asansörü kafana takacak kadar muzdaripsen; ya nazar ber kademin ne olduğundan haberdar olacak kadar kafan çalışsın yahut merdiven yürüyecek kadar ayakların. Olmaz mı? Mesele battaniyeye kadar uzadıysa az çay içmekle filan şifa bulamazsın; ya evlen ya oruç tut ya kimlerle beraber vakit geçirdiğine dikkat et ya bakışlarını haramdan muhafaza et, ne bileyim ben.
Cevap verenler de bir âlem. Hocalarımız neyin bilgisine sahip olmaları gerektiğini bildikleri kadar, neyi, nerede, kime, nasıl söylemeleri gerektiğinin de bilgisine sahip olsalar keşke. Sosyal medyanın ne işe yaradığını bildiği için bilmem kaç dilde yayın yapan hesap açan hocalarımız, aynı mecranın nasıl bir fitne odağı haline gelebildiğinin de idrakine varsalar da cümlelerini biraz daha ihtimamla kursalar. Bilmedikleri konularda söz söylemenin ayıp bir şey olduğunu bilseler, bildikleri her şeyi söylemenin gereksiz bir şey olduğunu bilseler, bilinebileceklerin bildiklerinden ibaret olmadığını bilseler, kendisi gibi düşünmeyenlerin de doğru bildiği bir şeyler olabileceğini bilseler, bir meselede birden fazla doğru olmayacağını iddia etmenin yanlış olduğunu bilseler, bilmek dediğin şeyin bilmekle bitmediğini bilseler... Neyi söyledikleri kadar nasıl söylediklerinin de ehemmiyeti olduğunu fark etseler, üç kişilik bir sohbette ifade edilenin üç bin kişilik bir mecliste ayniyle dile getirilmemesi gerektiğinden haberleri olsa, kendi aralarında münazara edilecek ihtisas gerektiren mevzuları bütün bir milletin gözü önünde tartışmamaları gerektiğini anlasalar...
Bir kaç sene evvel Nurettin Yıldız, Enderun teravihini eleştireceğim diye padişahların hayatından Itrî’ye kadar uzanan silsilede yanlışlarla dolu bir konuşma yapınca eyvah demiştim. İbadeti ruhundan ve özünden kopararak bir musiki ritüeline çevirmek ne kadar yanlışsa bu hususta ifrat edenlerin halini kınamak için yalan yanlış bilgilerle tasavvurumuzun teravihe denk düşen bedii hususiyetini -hem de o cümlelerle- hiçe saymak en az o kadar çirkin ve ifrattı zira. Bazı başka isimlerin de zikredildiği bir sohbette bu gidişin hayra alamet olmadığını konuşurken arkadaşlarla kurduğumuz son cümle şu idi: İrfansız ilim sahiplerinin İslam’a verdiği zarar, ilimsiz cühelânın verebileceğinden çok daha fazla! O gün hocanın ifadesinden dolayı kahrolmuştuk, bugün hocanın düştüğü durumdan dolayı kahrolmak yine bize düştü.
İslam mahzun, İslam garip, İslam masum. Bildiğini iddia eden konuşunca da fatura İslam’a kesiliyor, bilmeyen konuşunca da. Bilmeyen dine dair bir şey söyleyince gülüp geçmek kolay, bildiğine vehmedilen söyleyince öyle mi ya? Bir başka hocamız Hz. Peygamber’in kabir haline dair bir rivayeti üstüne basa basa kaynak vererek anlatıyor sohbetinde, ortalık yine karışıyor. O bahsedilen meseleyi bilmenin dinleyenlere sağlayacağı bir fayda da yok, bilmemenin vereceği bir zarar da ama müptezellerin keyifle ellerini ovuşturduğu büyük bir fitne kapısı daha aralanıyor böylelikle. Ah be hocam diyorum, niçin anlatırsınız böyle şeyleri? Âlim aklına gelen her şeyi anlatan değil, muhatabının ihtiyacı olanı, üslubunca, gerektiği zaman ve olması gerektiği kadar ifade eden kişi değil mi?