Ramazan günlerinde orucun hakkını veremediğimden bahisle kendimle ne zaman kavgaya tutuşsam bir beyit gelir yapışır yakasından gönlümün:
“Savm u salat u hac ile sanma zahid biter işin
İnsan-ı kâmil olmaya lazım olan irfan imiş”
İbadetlerimiz kör topal, kırık dökük, yara bere içinde. Bütün azalarımızla tutulmuyor oruçlarımız. Sacidle mescud bir değil namazlarımızda. Haccımızın sevabını hac bitmeden bırakıp geliyoruz Harameyn’de. Bütün bu ibadetlerin hakkını verebilsek dahi yetmeyeceğini ihtar ediyor Niyazi Mısrî Sultan; “irfandan behren yoksa kâmil bir insan olamazsın” diyor, dert büyük. İbadet mi kâmilen yapıldıkça yakîne taşıyor insanı, insan mı yakîni nispetince irfana gebe? Bilmem, belki her ikisi birden. İrfanımız olmadığı için ibadetlerimiz eksik ve noksan, ibadetlerimiz tam ve kusursuz olamadığı için de irfandan mahrumuz. Gerçi böyle dersek irfanı ibadet gerek şartına bağlamış oluruz ki bu da doğru olmaz. İbadeti hiç olmayan insan neylese irfana ulaşamaz fakat ibadeti tam oldu diye de herkese açmazlar arifler meclisinin kapısını. Girift mevzular, boyumuzdan büyük üstelik.
Niyazi Mısrî sultan insan-ı kâmile giden yolun irfandan geçtiğini haber verirken Salih Baba, insanın kim olduğundan yola çıkarak irfanın nasıl ele geçeceğinin kapısını aralıyor bize:
“Salih bu sözlerin yalan olamaz