Cevaptan soru olur mu? Olur, bal gibi olur hem de.
Tankın üzerinde son hazırlıklarını yapan bir yiğit adama üç soru sorarlar mesela, o da cevap verir samimiyetle. O cevaplar üç büyük sorudur aslında. Geride kalan milletin kalbine bir vasiyet gibi emanet edilmiş üç büyük soru:
İstikamet neresi? Kızıl Elma!
Peki Kızıl Elma neresi?
Yüksekçe bir tepeye çıkın, elinizi alnınıza götürüp uzaklara bakın, görebildiğiniz en son nokta ufuk çizgisidir. İmkân olsa oraya varsanız ve aynı işlemi tekrar edip uzaklara baksanız göreceğiniz yeni nokta bu kez başka bir yerdir ama adı yine ufuk çizgisidir. Tıpkı nazlı bir sevgili gibi... Uzaktan davetkâr bakışlarla size gel der, yanına vardığınızda ise alıp başını gider uzaklara. Onun peşi sıra koşmakla ayaklarınız güçlenir ve kalbiniz… Kavuşamamakla şevkiniz artar, umut etmekle hayatta kalırsınız, hayal etmekle yorgunluğu unutursunuz. Bir de bakmışsınız ki varlık sebebiniz ona kavuşmak olmuş; yaşamak onun içindir artık, onun için ölmek yaşamaktan evlâ!
Siz o yüksek tepede gözlerinizi ufka dikmiş beklerken yanınıza birisi yaklaşsa ve sorsa: Türk kimdir? Bin ayrı cümleyle cevap verseniz fakat bu cümlelerinizin hiçbirinde “i’lay-ı kelimetullah” ve “nizam-ı âlem” geçmese cevabınız eksik kalır. Oysa bir tek cümleyle deseniz ki: İçinde “i’lay-ı kelimetullah” ve “nizam-ı âlem” ifadesi geçmeyen bir cümleyle kim olduğunu tarif edemeyeceğiniz kimseye Türk denir. Tamamdır!