Bizim ibadetimizden bir şey olmaz ancak ibadetsiz de bizden hiç bir şey olmaz!
Gafiliz. Gafleti, içinde bulunduğu ânın hakkını verememek diye tarif edebiliriz sanırım yahut kalbin, kişinin eylemekte olduğu işten başka bir şeyle meşgul olması. Namazda huzurdayız ama kimin huzurunda durduğumuzdan gafiliz. Bunun için ikâme edilen bir miraç değil namazlarımız; aradan çıkarılan bir borç gibi. Zekâtın çoğunu nasıl yapıp da verebilirim derdinden çok, azını ne yapıp da vermekten kurtarırım diye bahaneler aramayı marifet zannediyoruz. Merhum Mahir İz Hoca dermiş ki: Kırkta bir, fukaranın senin malındaki hakkıdır, o biri verirsen geri kalan otuz dokuzu temizlemiş olursun, o biri vermediğin anda geri kaldı zannettiğin otuz dokuz da kirlenir. Peygamberimiz’in yeminle söylediği bir kaç husustan birisi zekâta tekabül ediyor: “Zekât malı eksiltmez!” Kaçımız bunun idrakindeyiz?
Giydiğimiz bembeyaz ihramın omuzlarımıza yüklediği emanet şuurunu daha ihramı çıkarmadan zayi edişimiz yine gafletten. Haccın bizi annemizden doğduğumuz gün gibi tertemiz edişini daha ülkemize dönüş uçağına binmeden kırıp döktüğümüz kalplerle, anlamsız bir dolu hatayla, günahla heba ediyoruz.
Ramazan-ı Şerif’in orta yerinde duruyoruz. Bir durup soruversek kendimize, alacağımız cevap ne olur acaba? Ben; “tuttuğu oruçtan geriye açlıktan başka bir şey kalmayanlardan mıyım”, yoksa “Ramazan’a erişip de kendisini affettiremeyene yazıklar olsun müjdesince arife gecesine geçmiş günahlarından arınmış olarak girebilecek saadetlilerden mi?” Dilimizi ve kulağımızı gıybetten, dedikodudan, yalandan, malayaniden ne kadar muhafaza edebiliyoruz imsakle iftar arasında? Gözümüzü harama nazardan sakınabiliyor muyuz? Ayağımızı gitmememiz gereken yerlere varmaktan alıkoyabiliyor muyuz? Kalbimizi kötü düşüncelerden uzak tutmayı ne kadar becerebiliyoruz oruçlu vakitlerde?
Bunları yapmamakla da bitmiyor ki canına yandığım. Dil ve kulak nehiy edilenden uzak duracak ama yetmez; emredilenle de meşgul olacak. Salavatla, zikirle, ilimle tatlanacak. Göz yasaklanana bakmayacak ama yetmez; emredildiği gibi gece gündüz Kur’ân-ı Kerim okuyarak ziynetlenecek. Ayak yasaklanan yerlere varmaktan imtina edecek ama yetmez; camilere, ilim meclislerine, zikir halkalarına varmakla izzet bulacak. Kalp kendisini ilgilendirmeyen lüzumsuz işlerle meşgul olmayacak ama orucun Rabbini her daim anmakla itminanı talim edecek. Fethi Abi merhum dermiş ki: “Dünya bizi haramından men etti, biz onun helalinden de geçtik.” Ramazan-ı şerif dediğiniz, zirvesini bu ifade ile bulan yüce ahlak ve zarif istiğnanın nazenin temrininden başka nedir ki? İmsakle iftar arasında yapmamamız gerekenlerin asgarisi belli ve ortada zaten. Peki bu bize iftardan sonra sövme, gıybet etme, dedikodu yapma, yalan söyleme, harama nazar etme, kalp kırma hakkını verir mi? Asla!
Bizim büyük yanılgımız! Ah bir anlasak, namaz seccadeyi serdiğimiz anda değil, selam verip seccadeden kalktığımız anda başlar. Bu idrak, böylelikle bizim iki namaz arasında geçen vakitlerimizi de kulluk şuuruna yükseltir. Namazın kendisini kötülüklerden alıkoyduklarından olmak da ancak böyle mümkündür; “Veyl olsun o namaz kılanlara ki...” ikazından muhafaza olmak da... Hac, ihramı giydiğimiz vakit değil; çıkardığımız anda başlar ve bizim zannettiğimiz emanetler bir yana dursun, bizatihi bizim bile kendimizin olmadığını ihtar ederek son nefese kadar sürecek bir emanet mayası tutturur kalplerimize. Evladım, eşim, malım, evim, param, aldığım nefes, karşılaştığım her insan, altında yaşadığım gök kubbe, üstüne bastığım toprak, gölgesinde oturduğum ağaç, öz canım ve son olarak kalbime emanet edilen iman nuru, dağların taşların yüklenemediği bir emanettir benim için, dedirtir insana. Zekât, kazandığımızın kırkta birini verirken değil; vereceğimizin kırkta otuz dokuzunu kazanırken fukaranın ahvalinden haberdar olmaya davet eder bizi. Böylelikle o zekâtı verirken bizim olandan ihtiyaç sahibine ihsan ediyormuşuz kibrinden, ihtiyaç sahiplerine ait olanın bizde duruşunun mahcubiyetine bürünür kalplerimiz. Bizim birilerine zekât ve fitre verebiliyor oluşumuz bizi ihsan sahibi ve cömert yapmaz; zekât ve fitre verebileceğimiz birilerinin var oluşu bize büyük bir ihsan ve nimet olur. Anlarız ki onlar bize değil; biz onlara muhtacız.