Washington’dan Sedat Ergin’mişim gibi yazılar yazmaya başladım. Oysa ben bu kadar fazla ciddiyetten ebola virüsünden hoşlandığım kadar hoşlanırım. Bu yazılarımı bir tür kader mahkûmiyeti olarak görüyorum.
Oysa buradaki mizah konularının üstüne bir de gerçek mizah konusu ayağıma kadar geldi.
Selçuk Tepeli -ki kendisi yayın yönetmenimdir-, “Bir gece ansızın gelebilirim” sloganına uyarak geldi.
Mizah konusu yanımdayken ciddi konularda yazmak zorunda kalmam trajikti...
Burada Selçuk ile samimi sohbetler yaptık.
Kendisini yakından inceleme fırsatını buldum ve gördüm ki o ne yazık ki artık neredeyse tamamen delirmiş durumda.
Genel yayın yönetmenliğinin insanları delirttiği biliniyor.
İsimleri sayacağım ama sadece bana baksanız bile ne demek istediğimi anlarsınız. Şimdi ambulansla gelseler, deli gömleğini giydirip beni kilitleseler ve anahtarı da denizin dibine atsalar, buna ben dahil, kimse itiraz edemez.
Sedat Ergin, Fatih Altaylı, Ertuğrul Özkök’ü alın örneğin. Bunlar önceden de tam normal değillerdi ama yayın yönetmenliğinde zırdeli oldular!
Sedat Ergin’in bu derecede ciddi olabilmesi bence deliliğin bir sonucu. Bunun başka açıklaması olamaz.
Fatih Altaylı ise tourette sendromundan mustaripmiş gibi dolaşıyor etrafta. Vücudu ve beyni kendi kontrolü dışındaymış gibi. Bulunduğu ortama en uymayan lafı daima söylemesi onun delilik türü.
Ertuğrul Özkök’ün ise bir tane bile normal yanı yok, o nedenle şu hali deliliğini gösterir diye vurgulayacağım bir nokta da yok. Onun genel rutin haline bakın yeter deliliğini anlamanız için.
Selçuk ise aslında kendisini iyi tutuyordu. Daha birkaç ay önce Goethe’nin Genç Werther romanındaki masum âşık çocuk gibi dolaşıyordu gazetede. Gerçi ben onun sakinliği altında bastırılmış bir öfke olduğunu görüyordum ve bu yüzden yanına fazla yaklaşmıyordum. Çünkü bu tür insanlar ideal bir seri katil adayıdırlar.
Burada korktuğum halde kaçamadım yanından.
Ben “Hazır bir yayın yönetmeni bulmuşken bari beni güzel bir yemeğe çıkarsa” dedim ve lokantaya gittik.