SELÇUK Tepeli’yi tanıyıncaya kadar delileri çok iyi anladığımı sanıyordum. Çünkü hayatım onlarla geçti. Malum babam, şöhreti sınırlarımızı aşmış bir delidir. Dedem ise son nefesini tımarhanede vermiş bir zırdeliydi. Cebinde vesikayla dolaşırdı. Bir tür dokunulmazlığı vardı.
Tıpta insan geniyle oynayan gen mühendisliği yeni çıktı; ben bu yeniliğe maalesef yetişemedim. Yani anlayacağınız, bütün bu enteresan genler miras olarak bana aynen kaldı. Eh karımın da normal olduğunu iddia edene ben bugüne kadar rastlamadım, yani eş olarak birbirimizle pek uyumluyuz.
Anlayacağınız delilere karşı kaşarlanmış hissediyordum kendimi. Sonra Selçuk’la tanıştım.
Eskiden annem, babamdan uzak durmak için bir konken grubuna katılmıştı. Orada kadınlar aralarında nasıl konuşuyorlarsa güya Selçuk’la biz de öyle konuşacaktık. Ailemin büyükleriyle sohbetlerden çok ağzımın yanmışlığı vardır; bu yüzden Selçuk’la sadece rahat, sakin konuları seçersek bir vukuat olmaz sanıyordum.
Çoluk çocuğu ve üniversite yıllarımızı konuşarak başladık sohbete. Sonra acı bir şekilde fark ettim ki onun deliliği, en çok sakin olduğu anlarda ortaya çıkıyor.
Siz konu nasıl olsa sakin diye rahatlıyorsunuz, ama o sözü devralınca yarım saat sonra kendinizi bipolar bir Kierkegaard’ı, kış gecesi Danimarka’da sabaha kadar dinlemek zorunda kalmış gibi yorgun hissediyorsunuz.
(Not: Yarım saat dememe inanmayın. O süre, onun herhangi bir konuda konuşmaya başlaması için kurduğu açılış cümlesine ayırdığı süreden ibaret.)
Biliyorum abarttığımı düşüneceksiniz, ama bu defa elimde belge var. Geçenlerde bir yazıda, “Çıplak gazetecilerin fotoğraflarını toplayacağım bir fotoğraf albümü düşünüyorum” diye yazmıştım.
Sadece bu bile onu tetiklemeye yetti. Sabaha karşı 04.00’te beni aradı.“Bu saatte ayaktaysan umarım sarhoşsundur” diye açtım telefonu.