DAVANIN ikinci günü, yani sabah saat 07.00’de eksi 19 derecede hapishane ile adliye binası arasındaki sevimsiz sokakta yürürken, “Bu hayatta iyi ki Selçuk Tepeli var, Allah onu başımızdan ebediyen eksik etmesin, o olmasaydı ben şimdi burada olamazdım” diye düşündüğüm ve onunla ilgili içimden daha başka güzel şeyler de geçirdiğim gün, aynı zamanda adliye görevlileriyle ilişkimin zirve yaptığı gündü.
Girişte güvenliği, Türkiye’deki AVM girişlerindeki güvenlik kadar sıkı tutmuşlar. Buna alışık olduğum için bir sorun yaşamam diye düşünürken birden montumu çıkaramadığımı fark ettim. Görevliler bana, “Çabuk çıkar” dedikçe fermuarı bir türlü indiremiyordum. Sıkışma filan da yoktu kışlık montumda, her şey normaldi, sadece sağ elim tutmuyordu.
İlk önce, Selçuk aklıma geldiği için yaşadığım maksimum stres nedeniyle inme indiğini düşündüm. Sol tarafımdan sonra sağ tarafıma da inme inmesinin sonuçları hiç hoş olmayabilirdi. Herkesin gözü önünde yazarlık âleminin Stephen Hawking’ine dönüşmek fikriyle belki yaşayabilirdim, ama sağ elim tutmazken Selçuk’un istediği saatte yazımı yetiştirmem zor olacaktı, onu hayal kırıklığına uğratacaktım, işte buna üzülürdüm.
GARDİYANLAR DEVAMLI KIZDI
Bu derdimle uğraşırken gardiyanlar da beni oradaki güvenlik sistemini sabote etmekle suçlayarak bağırıyordu. “Vücuduma galiba inme iniyor, bana bağırmayın” dedim. Sanırım biraz sempati duydular, ama bu sadece 5 saniye sürdü. Sonra ambulans gelinceye kadar beni bir odada tutmayı teklif ettiler.