Alman dili ve kültürünün hakim olduğu dünyanın Avrupa klasik müziğinde yıllarca belirleyici güç olması, Haydn ve Bach ile olan başlangıcı ve Beethoven ile süren geleneği ve Wagner’i hatırlayınca, tabii ki sürpriz değildir. Ama Avrupa’nın diğer önemli ülkeleri müzikteki bu Alman egemenliğini zaman zaman sarsmaya çalışan gelişmeler de yaşamışlardır, örneğin İtalya tabii ki operada bir Alman hakimiyetini hiç kabul etmedi, keza Fransa da gerek bestecileri ile klasik müzikte ve gerekse kendisine özgü opera sahneleyişi ile Alman gücüne karşı gayet sağlam durdu uzun yıllar boyunca.
Bir tek İngiltere müzikte kendisine özgü sesini dünya çapındaki bestecilerle bulma konusunda pek parlak olamadı. Gayet tabii ki İngiltere'nin de saygın müzik insanları oldu ve ve onlar da eserler verdi ama bunların çoğu Alman dünyasından bildiğimiz müzik insanlarının büyüklüğüne ulaşamadılar.
Bunun üzerine bir süre sonra Alman müzik çevrelerinde özellikle milliyetçi duyguları kuvvetli olanlar alaycı biçimde İngiltere’ye ‘Müziği olmayan ülke’ bile demeye başladılar. (Alex Ross, 'The Rest is Noise' sayfa 173) İngiltere’de örneğin tabii ki Ralph Vaughan Williams (1872-1958) ve Edward Elgar (1857-1934) gibi bestecilerin adları saygıyla anılmalıdır ama bunlar Alman müzik kültürünün büyük isimleri ile aynı düzeyde hiç kabul görülmediler.