Türkiye, dünya üzerindeki devlet geleneği en güçlü ülkelerden biri.
Selçuklulardan Osmanlılara, oradan Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan asırlar boyunca, dünyanın atlattığı her türlü badirenin tanığı, Anadolu’yu tüm bu çağlar boyunca yurt etmiş bir devletin geleneğinden söz ediyoruz.
Avrupa ile yakın dönemde yaşanan, yankıları süreceğe benzeyen derin görüş ayrılıklarına bu çerçeveden bakmakta fayda var.
Avrupa ülkelerinin büyük bölümü de tüm bu çağlar boyunca ayaktaydı.
Özellikle Avrupa’nın yönetim geleneklerini temsil eden büyük ülkeler.
Bu ülkeler, ABD ile birlikte bugün dünyanın içinde bulunduğu açmazların da sorumlusu aynı zamanda.
Almanya’nın 1. ve 2. dünya savaşlarındaki rolü malum.
Sömürgecilik yarışında geri kaldığı düşüncesiyle başlattığı militarist ve radikal milliyetçi yaklaşımlar, bütün Avrupa’nın, sonrasında da dünyanın birbiriyle savaşmasına, milyonlarca kişinin ölümüne yol açtı.
Sömürgecilik, Avrupa’nın Fransız Devrimi’nden sonra büyük hızla geliştirdiği insan odaklı evrensel kurallara ve iki dünya savaşına rağmen bitmedi.
20. yüzyılın başından itibaren Ortadoğu’yu “enerji” savaşları üzerinden şekillendiren Batı, Afrika’yı da sömürmeyi bırakmadı.
Batı ülkeleri bir yandan Afrika toplumuna yardım adı altında evrensel kampanyalar yürütürken, diğer yandan kıtanın en değerli varlıklarını kullanmayı sürdürdü.
Halen birçok Afrika ülkesinde, enerji piyasası, ekonomi piyasaları, altın başta olmak üzere yeraltı madenlerinin işletmeciliği Batı ülkelerinin elinde.
Göçmen krizleri
Batı dünyaya tüm bunları yaparken, kendi insanına da sürekli refah ve daha yüksek insani standartlar vaadinde bulundu.
Sömürülen ülkeler savaşlarla yok olup giderken, Avrupa daha da zenginleşti.
Göçmen krizlerinin altında bu tablo var.
Ülkeleri yok olan insanlar, doğdukları, büyüdükleri toprakları sadece macera istedikleri için bırakmıyorlar.
Yaşamak, ailelerini hayatta tutmak için oradan oraya savruluyorlar.