Başbakanımız Ahmet Davutoğlu Bey, dünkü önemli konuşmasında olağanüstü kongre kararını açıkladı. Siyasi tarihimizde pek de aşina olmadığımız bir jestle, Veda ile Vefa’yı aynı dersin içinde anlattı. Fiili anlamıyla Başkanlık Sistemine geçişimizdir bu karar. Kendisi hareketin Lideri Tayyip Erdoğan Bey’in keşfi ve siyasete hediyesiydi. Türkiyemiz çok zorlu günlerini, onu riyasetinde, taşıdığı ağır emanetle tecrübe etti.
Cumhurbaşkanımız’ın AK Parti’nin genel başkanlığından ayrılırken partiyi kendisine emanet etmesi önemli bir işaretti. 62. Hükümetin ve partinin devamlılığı konusunun ciddi bir sınavıydı bu dönem. Zira karizmatik kurucu liderler, cumhurbaşkanlığına geçtikten sonra, partilerinde ciddi çalkantılar yaşanırdı daha evvelki tecrübelerimize bakınca... Özal’ın ANAP’ı, Demirel’in DYP’si benzeri tecrübelerden ciddi kırılmalar hatta çöküntülerle geçmişlerdi, siyasetten silinme pahasına. Davutoğlu, partiyi ve ruhunu pörsütmeden Erdoğan pırıltısına halel getirmeden bu zorlu geçiş dönemini göğüslemiş bir lider olarak kalacak hafızalarda...
Suriye Krizi ve Paralel Devlet Yapılanmasıyla mücadele gibi zamanlama itibariyle kesişen ve halen süren iki devasa meseleyi titizlikle yönetmek zorunda kalmış bir siyasi eşik de cabası... Ölümcül girdaplarla mücadele etmek zorundaki bir geminin kaptanı olmak kaderiyle başbaşa bir siyasetçi portresi elbette güçlü bir iradeyi gerektirir. ‘’Sağlam irade’’ olarak ifadesini bulan bu kararlı duruşu Tayyip Erdoğan liderliğinde tahkim etmiş bir Başbakanı seyrettik hep birlikte...
6/7 Ekim olaylarıyla patlak veren ve dağlardan şehirlere inen azılı terörle mücadele de Davutoğlu hükümetinin omuzladığı bir ağır dönemeçti hatırlarsanız... “Başı dik tutmak gerek” diyen bir azimle, yol arkadaşlarını bir mıknatıs gibi toparlayıp, içte ve dışta kararlı bir mücadeleye imza atıyordu Davutoğlu... Hareketin lideri Tayyip Erdoğan’dan aldığı emanete halel getirmeden 1 Kasım zaferini de yaşamıştı AK Parti. Bunların hepsini gözlerimizin önünde yaşandı.
***
Ben son konuşmasını sadece siyaset açısından önemli bulmuyorum. O konuşmada “muhasebe”ye cidden değer veren inançlı bir insanın, emaneti teslim ederken gösterdiği hassasiyeti ve “helalleşme”yi de seyrettim. Yine bir derse, yine bir öğretiye çevirmişti sanki son konuşmasını.
Her veda, her helalleşme biraz hüzünlüdür. Ama o hüznün içinde gözlerinin parladığı bir kaç an, dikkatimi çekti, belki izlenimciliğe has edebiyat refleksimdendir. Kendi yüreğinden, yüreğiyle ve kendisiyle barışık olmaya verdiği önemden bahsederken, gözlerinden geçen pırıltı, maslahat ve vazife söyleminden çok, vicdanı rahat kimselere has pırıltıydı. Bu halin; politik bir gereklilik olarak egosantriden çok, nefs muhasebesine aşina bir samimiyetten kaynaklandığını zannederim...