"Taksim Kışlası” polemiği, “Firuzağa olayları”, “liseliler huzursuz” derken, “Gezi” yeniden gündemde. Belki de bilinçaltımızda hep uyuyordu da farkında değildik. Bazılarımızın rüyası, bazılarımızın kabusu olmak zorunda mı, oluyor işte.
Yeri geldiğinde “linç kültürü”nü en sıkı manada eleştirenler, Gezide sahneye konan vandallığa “sanatsal başkaldırı” diyebildiler. Özgürlükten bahsedenler bir şehir meydanını, orada yaşayan halktan da arındırarak el koydular, tutukladılar. Ayıp olmasın diye mi bunca zamandır içlerinde saklamışlardı, Allah’tan Peygamber’e, Tayyip’ten anamıza babamıza kadar her şeye, bizi hatırlatan, bize benzeyen her şeye, ağızlarından tükürükler saçarak küfrediyorlardı, sağı solu parçalayarak, yakarak, yıkarak... Çok korkunçtular...
Bunca yıl pasif direnişin içinde yürümüşüm mesela. Benim hala aklım sırrım ermiyor, çevreci olduğunu iddia eden bir eylem, kaldırım taşlarını nasıl sökebilir, taş kırıcı, hıltı, konkasör falan mı taşıyorlar bu masumlar sırtlarında... Ömrüm sivil itaatsizlik eylemeleriyle geçmiş ama aklım sırrım almıyor. Çevre eyleminde, her nasılsa hazırlanmış greyderlerle, kepçelerle duvar yıkmacalar, rotayı Taksim’den Başbakanlık Ofisi’ne çevirmeceler... Nasıl sivil, nasıl masum, nasıl naif bir eylemse, üst üste devirip yıktıkları elektrik direkleri... Yine her nasılsa askeri operasyon nizamıyla dizayn edilmiş güya sivil barikatlar... Son moda markalı kostümleriyle “O.Ç” küfürleri önünde selfie çeken gençler... Ülkenin en pahalı üniversitesine burssuz, dertsiz, tasasız gittiği halde canı sıkkın gençlerin o kesif tuvalet kokusuna boğdukları meydanda, kendilerinden geçişleri ve mutluluğu yakalayışları...