Yalnızlık, modern zamanların aşmakta en çok zorlandığı problematiklerden. Bir paradoks gibi duruyor; hem iletişimin en hızlı ve yaygın olduğu küresel bir çevrimin içindeyiz, hem de yapayalnızlığın neredeyse en dibinde sürçüyor ayaklarımız... Envai çeşit sosyal etkinlikler, profesyonel hobi destekleri, tutulduğumuz tüketim çılgınlıkları, hatta savaşlarımız, bize onur bahşeden kutlu davalarımız bile, içimizdeki yalnızlık ve kopukluk hissini bir türlü gideremiyor tam anlamıyla...
Ve arkadaş... Yalnızlıkla başetmede, insan olmaya has temel kaygıyı yatıştırmakta can simidi gibidir o. Dışarıdan içimize doğru işleyendir o, selamdır, nefestir, ıslıktır, tıkırtıdır, hışırtıdır o.
Sadece çocuklar üzülmez arkadaşlarını kaybettiklerinde. Hatta yaş ilerledikçe arkadaşa veda diyebilirim ki; ölüme benziyor.
Tarkovski’nin filmleri çoğu kişinin aksine, bana huzursuzluk verir, sanki hava serinler, sanki birisi zorla çıkartır sırtımdaki hırkayı, sanki kar yağar seyrettiğim sessiz yalnızlıktan bana... Biraz şom ağızlı; “gençlere tavsiyem...” diyor bir röportajında “yalnızlığa alıştırsınlar kendilerini”... O böyle uzak yol kaptanlarına has kaç kere gittim de geldim edasıyla konuşurken, yine kar yağıyor bana oysa, arkadaşlarım keskin bir tipide, tek tek yitip gidiyor...
***
“Allahım... Hatalarımı, kar ve dolu suyu ile yıka... Beyaz bir elbiseyi temizlediğin gibi kalbimi de hatalardan temizle... Benimle hatalarımın arasını, doğularla batıların arası gibi uzak kıl...”