Yağmurdan sonra bir nebze de olsa çamur akmıyorsa sokaklarından, o kentin insanlarının unutkan olduklarını düşünürüm ben.
Herhangi bir şeyi dışarı sızdırmamayı; çoğu kez güçle, mükemmellikle, konstrüksiyonla, kusursuzlukla, dayanıklılıkla açıklamaya yatkınızdır zira. Bu bize güven verir, tıpkı akmayan bir tavan gibi. Veya sırrınızı aleme faş etmeyecek dostunuz varsa şayet, o da böyledir, emniyetlidir.
Lakin kusursuzluk beklentimiz ve bu konuda yaptığımız her türlü teknik sağlamalar, zaman içinde bize öylesine bir konfor verir ki, ‘’şeytan’’gündemimizden tamamen çıkar. Çünkü onun süzülüp sızabileceği, durup dururken bizi ve yolunda giden rutinimizi dürtüp de altüst edeceği tüm delikleri, aklımız sıra tıkamışızdır... Oysa dışarıdaki sorunlardan, belalardan, kötülüklerden yalıtılmış bu “altın oda”; giderek “şeytan”ı yabana attığımız, onu küçülttüğümüz, gözden kaçırdığımız bir “unutkanlık kafesi”dir aynı zamanda...
Ahir zamanın bu altından odası, giderek bir kibir hapishanesine, her şeyi kontrol edilebilir bir mühendislikten ibaret göreceğimiz güç körlüğüne, bir tür yalancı cennete dönüşmüştür.
Bulgakov’un “Usta ve Margarita”sında hicvettiği Stalin Rusyasında durum böyledir mesela. Şeytan’ı gündemlerinden tamamen çıkartmış yoldaşlar, bir gün onu aniden hayatlarına karışmış halde bulunca, düzen adına ne varsa, tozduman olur. Zıt bir örnek Emile Zola’nın “Gerçek” romanındaysa, kutsalın temsilcisi ruhbanları ele geçirmiş şeytanın soluğunu okuruz. Birisi materyalizm tenkidi diğeriyse maneviyatçılık eleştirisi olan bu iki edebiyatı bilinçli olarak örneksedim. Çünkü şeytan, kıyamete kadar herkesin başına bela olmaya devam edecektir.