Yeryüzü aslında çok büyük. Bunu uzun yolculuklarda çok daha iyi fark edebiliyor insan. Otobüs penceresinden hızla kayarak geçen yüzlerce köy, kasaba veya uçakta bitirdiğiniz tüm filmler ve kitaplardan sonra bile bir türlü bitip tükenmek bilmeyen ihtiyar okyanus, dünyanın gerçek sahibi gibi duran geniş omuzlu dağ sıraları, hüzünlü uzun nehirler, birer cam parçası gibi ortaya saçılmış binlerce ada, derinliğinde unutulmuş ormanlar, esrarengiz çöller, kırçıl buzullar, yukarıdan veya ötesinden hızla giderken baktığınızda, evet insansız ve sanki biteviye kadersiz, kıpırtısız, öylece Allah’a bakan ve yekpare kedersizmiş gibi duran... Koskoca bir yeryüzü...
Ses ve kıpırtı, nereden çıktı ilk... Kader ne zaman başladı ‘’ağlarını örmeye’’? Kedere batması zamanın, kimin suçu... Yeryüzü ne vakitten beri dar gelmeye, küçük gelmeye, yetmemeye başladı insana?
***
‘’Mülksüzler’’ adlı kitabındaki distopyayı kurarken LeQuin, bahsettiğimiz bu ‘’yetip/yetmeme’’ hadisesini, büyük kayıplı dünya savaşlarından sonra, insanlığın iki farklı dünyaya ayrılarak çözümlediği bir gelecek zaman teması üzerinden tasarlar... Mülk, güç, zevk, bilim, sanat mevzularında kudreti elinde tutanlar Dünya’da kalmışlardır.