Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler geçmişte tanık olunanlardan daha derin bir krize girdi. Bundan önceki krizlerin nedenleri ve yarattığı gerginlikler de hafife alınacak türden değildi. Ancak 1963-64 Kıbrıs krizi ardından gelen Johnson mektubunun açıklanmasıyla yaşanan gerginlik, Türkiye’deki afyon ekiminin durdurulması için yapılan baskı, Kıbrıs harekâtından sonra gelen silah ambargosu gibi kritik krizler, Soğuk Savaş döneminde yaşandığından bir şekilde ittifaka zarar vermeden aşılabildi. Üstelik silah ambargosu krizinde Başkan Ford Kongre’yi engellemek, halefi Başkan Carter ise ambargoyu kaldırmak için uğraşmışlardı.
İran Devrimi ve Afganistan’ın işgaliyle yeniden kızışan ABD ve Sovyetler arasındaki Soğuk Savaş rekabeti Türkiye’nin stratejik önemini yeniden yükseltmiş, ilişkiler yakınlaşmış ve Washington, 12 Eylül askeri rejimine koşulsuz destek vermişti. Soğuk Savaş sona erene kadar bu yakınlık sürmüş, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla Türkiye’nin konumu da ABD açısından muğlaklaşmıştı. Rahmetli Mehmet Ali Birand’ın 1990 yılında 32. Gün programı için mülakat yaptığı dönemin Dışişleri Bakan Yardımcısı Lawrence Eagleburger, “Siz aslında Avrupalı değilsiniz, Ortadoğu ile ilgilenin bundan sonra” mealinde bir şeyler söylemişti.
Aslında Türkiye’de de bir çevre Soğuk Savaş’ın bitmesiyle Batı ile çıkar ortaklığının bittiğini düşünmüş, ara ara ortaya çıkan Avrasyacı perspektiften Türkiye için farklı ilişki arayışlarını ön plana çıkarmıştı. Daha da önemlisi, Sovyetler’in dağılması ve Yugoslavya iç savaşı/çözülmesi Türkiye’deki bölünme korkularını körüklemiş, aşağıda anlatılan ABD ile yakınlaşma günlerinde bile ülkedeki pek çok odak Washington’un bir Kürt devleti kurma peşinde olduğuna iman etmişti. Bugünkü krizin arkasında da bu görüşü somutlaştıran PYD/YPG’ye verilen desteğin bulunması o nedenle şaşırtıcı değildir.
Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgaliyle birlikte ABD haritayı ve dolayısıyla Türkiye’nin coğrafi konumunu yeniden keşfetmiş, Sovyetler’in dağılmasıyla birlikte ortaya çıkan yeni jeopolitik gerçeklik, Türkiye’nin yeni bağımsızlaşan bu ülkelerin gelişiminde oynayabileceği düşünülen rol, Balkanlar’da işbirliği, ilişkileri yeniden yakınlaştırmıştı. Clinton yönetimi sırasında Türkiye, ABD Ticaret Bakanlığı tarafından on yükselen piyasadan birisi diye ilan edilmiş, BP’nin itirazlarına rağmen Bakû-Ceyhan boru hattının önü açılmış, Abdullah Öcalan Kenya’da Türk istihbaratına teslim edilmiş, AB’nin Türkiye hakkındaki olumsuz kararının değişmesi için Washington markaj yapmış, AGİT zirvesi Türkiye’de toplanmış, 1999 IMF anlaşması çok ehven koşullarla çıkmıştı.
Türkiye, ABD açısından laik, demokratik, kapitalist NATO üyesi, AB üyeliği peşinde Müslüman bir ülke olarak örnek ya da model olarak değerlendirilmiş, emlak değeri kadar bu nitelikleri de öneminin belirlenmesinde yol oynamıştı. 1 Mart tezkeresinde Türkiye’den istediğini bulamayan Bush yönetimi de Türkiye’yi çok merkezi bir müttefik konumuna getirmek isteyen Obama yönetimi de bu genel yaklaşımı sürdürmüş, Türkiye, özellikle AKP döneminde Washington’dan olağanüstü destek görmüş, 1 Mart’ın faturasını TSK’ye çıkaran ABD yönetimi, Türkiye’deki sivilleşme sürecinde en az AB adaylık müzakereleri kadar etkili olmuştu.
Irak’taki fiyasko ilginç şekilde Türkiye’nin Ortadoğu bölgesinde hareket alanını genişletmişti. Uzun zamandan beri Ankara’daki yönetimlerin arzusu olan daha özerk hareket etme imkânları bu devirde çoğalmış, Türkiye etkili bir diplomasi ve ekonomik ilişkilere özel önem veren yaklaşımıyla bölgede bir ilgi alanı oluşturmaya etkili bir oyuncu haline gelmeye başlamıştı. Arap isyanlarının serencamı, özellikle Suriye’deki iç savaşın bir bölgesel hatta küresel hesaplaşma niteliğini taşıması, Ankara’nın pragmatik yönleri ağır basan bir dış politikadan daha ideolojik ve hegemonya peşinde bir dış politikaya geçmesiyle ilişkilere zaten mündemiç çıkar farklılıkları, gerginlikler, anlaşmazlıklar giderek su yüzüne çıkmaya başlamıştı.