Dün “Avrupa Günü”ydü. Emmanuel Macron’un Fransa Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından bugüne yüklenen anlam biraz daha güç kazanmış, yıpranmış Avrupalılık ruhu da bir nebze olsun onarılmış sayılabilir. Buna rağmen AB’nin içinden geçtiği zorlu dönemin sonunun ufukta göründüğünü ifade etmek ve Macron’un başarısından emin olmak, popülist dalganın ilelebet söndüğünü söylemek mümkün değil.
Türkiye’nin ise bir zamanlar alay-ı vâlâ ile kutladığı bugünün anlamı üzerinde düşünecek ne hali, ne de ilgisi var. İlişkiler hayli sorunlu ve kopma noktasına gelmiş gibi. Karşılıklı güven en alt seviyeye inmiş. Ne var ki Nilgün Arısan’ın Özgürlük Araştırmaları Derneği için yazdığı raporun başlığına da koyduğu gibi Türkiye ve AB arasındaki ilişkiler “nev-i şahsına münhasırdır”. Bu özellikleri, iki tarafın aralarındaki akde gösterdikleri inançsızlık, riya, samimiyetsizlik, iyi niyet eksikliğine rağmen bu ilişkilerin dayanıklı olmasının da sebebidir.
Geçmişe göre çok daha sert sözler söylenmiş, taraflarca çok daha hakaretamiz bir dil kullanılmış olmasına rağmen Türkiye’de referandum ateşinin geçmesinin ardından iktidar çevreleri, AB ile ilişkileri koparma mesajlarından sessiz sedasız geri adım atmaya başladı. AB çevreleri ise başta çok sert tepki göstereceklerini ihsas ettikleri referandumun yapılışı ve sonuçları üzerine düşen gölge konusunda sessizce geri adım atarak gerilimin düşmesini, ilkelerinde direnmeye tercih etti. Kopuşun iki taraf açısından da zararlı olduğu düşünüldüğünde ilkesizlik ve eyyamcılık sayesinde krizleri dondurmak daha akıllıca sayılabilir.
Arısan da, Sinan Ülgen ve Selim Kuneralp gibi AB’nin, ilişkilerin bu hale düşmesindeki sorumluluğunu, tüm olayların içinde yaşamış bir uzman bürokrat olarak sıralıyor. Ancak gene içeriden bir bakışla şu yargıyı da okuruyla paylaşıyor: “Her ne kadar AB’ye katılım Türkiye’de bir devlet politikası niteliği kazandıysa da bu, söylem düzeyinde kalmış ve ... değerler olarak içselleştirilememiştir.” Aslında devletteki, ta işin başından beri var olan ve ancak kısa bir dönem etkisi azalan bu dirence ve AB’nin dışlayıcı tavrına rağmen Türkiye’de hâlâ bir AB üyeliği hevesinin bulunması asıl şaşılacak olgudur. Arısan’a göre “bu kesimin AB’nin Türkiye’ye yönelik politikasında en fazla sorguladığı husus aynen Türkiye’nin AB üyeliği hedefinde olduğu gibi samimiyet konusudur”.
İlginin devam etmesinin başlıca nedenlerinden biri, ülkedeki gerçek anlamda şehirleşmiş kitlenin, hukuk devletine, bireysel hakların korunmasına ve düzgün yönetime verdiği önemdir. Bir diğer neden ise AB ile ilişkilerin önce Gümrük Birliği, ardından üyelik ihtimali nedeniyle Türkiye’nin ekonomik gelişmesine yaptığı katkıdır. Siyasi olarak referandumun “Hayır” tarafına düşen bazı iller dahi AB ile ilişkilerden özellikle ekonomik olarak çok yararlandı.