Berlin-Londra
Yazın ortasından beri Avrupa’yı etkileyen mülteci krizi, AB’nin temel politikalarını sarstı. Pratikte bakıldığında “tek Avrupa” hedefinin en somut uygulaması sayılan iç sınırların kaldırılması ciddi bir darbe aldı. Daha önce Yunanistan krizi nedeniyle darbe yiyen dayanışma ilkesi de ülkelerin mültecilere bakışlarındaki farklılıklar kadar ülkelerin içinde ırkçı hareketlerin bu krizden yararlanmaları nedeniyle bir darbe daha aldı.
Her şeye rağmen mülteci krizi Avrupa açısından, yönetilebilmesi halinde önemli bir toparlanma zemini de olabilir. Bu bakımdan bir yandan mülteci selinin yarattığı gerginlikler ve iç politika sorunları nedeniyle AB sarsılırken, giderek Avrupa liderliğini daha fazla benimser gözüken şansölye Merkel’in öne çıkmasıyla ileriye yönelik bir rota da çizilmiyor. Ya da bu rotayı çizmeye çalışanlar var. Tam da bu nedenle Türkiye ile ilişkilerin nasıl yürütüleceği önemli, hatta kritik sorulardan birisi olarak ortaya çıkıyor.
Şimdiye kadarki Avrupa tavrı, Türkiye’deki güç dengesini daha doğrusu güç temerküzünü veri olarak kabul edip Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın keyfini kaçıracak hamleler yapmaktan kaçınmak oldu. Önemli bir Alman siyasetçi, Merkel’in neden tüm teamüllere aykırı olarak seçimlere iki hafta kala Türkiye’ye geldiği sorusuna, “İstemiyordu, ama başka çaresi de yoktu” diye cevap verdi. İngiliz hariciyesinin de tavrı bundan farklı sayılmaz. Onlar açısından da Ortadoğu’da kan gövdeyi götürür ve hiçbir güç duruma tam hâkim olamazken öncelik ilkeleri savunmak değil. Bir eski dışişleri mensubunun dediği gibi, “Erdoğan’ı memnun etmek için elimizden geleni yapacağız”.