Eğer 15-16 Temmuz’daki darbe teşebbüsünün başarısız olmasının
yarattığı bir imkân var idiyse, o imkânın kapısı kapandı. Gerek
ülke içinde siyasetin nasıl evrildiği, gerekse Türkiye’nin Batılı
müttefiklerinin olay üzerine gösterdikleri aymazlık bu sonucun
alınmasına katkıda bulundu. KHK rejiminin OHAL’in tanımlanmış
sınırlarının ötesine geçmesi, terör örgütlenmesiyle ya da devleti
ele geçirme planlarıyla yakından uzaktan işi olmayanların
tasfiyesi, yargının kendisini bağımsız bir erk olarak görmekten
vazgeçmesi, gazeteci ve yazar tutuklamaları mevcut tablonun
renklerini verdi.
İmkânın ne olduğu bakış açısına ve beklentilere göre değişiyordu
elbette. Bir beklenti Türkiye’nin devletini daha işlevsel, hukuk
normlarına riayet eden, vatandaşların kamu otoritesinin keyfine
tabi olmadıkları, kuvvetler ayrılığının işlediği bir hale
getirmekti. Bunlar yapılınca bir yandan bürokrasi daha düzgün
işleyecek, ekonomi politikaları rant dağıtımından üretimi kollayan
bir çizgiye gelecekti. Elbette bunların bir sonucu olarak da
ülkenin demokrasisi devletiyle birlikte yeniden inşa edilirken
beyaz bir sayfa açılacak, yeni rejim kapsayıcı, eşitlikçi ve
özgürlükçü olacaktı. Liyakata göre devlet kadrolarını kurmak ve
laiklik ilkesi de yeni rejimin inşasında baştacı edilecekti.
Diğer ve galiba daha gerçekçi beklentiyse devleti farklı ilkeler
ışığında, İslami öğeleri ağır basacak şekilde ancak özündeki devlet
merkezliliği değiştirmeden hatta pekiştirerek yeniden kurgulamaktı.
O zaman da yaşanan felaketten ve atlatılan travmadan kucaklayıcı,
Türkiye’nin 21. yüzyıldaki toplumsal gerçeklerini gözeten, çoğulcu
bir yapı çıkması zaten söz konusu değildi. Tersine amaç gücü tekil
kılmak, kaynağını tek merkezli yapmaktı. Dış ilişkilerde yere daha
sağlam basıldıkça bu proje daha kolaylıkla ve özgüvenle uygulanmaya
başladı.