Bir dönem iktidara yakın kadrolar, aralarından bazılarının Arapça bilmesini (ne kadar bildikleri ya da konuştukları hakkında Arap dostlardan duyduklarım pek iç açıcı değildiyse de) Ortadoğu’yu neden başkalarından daha iyi anladıkları iddialarına temel yaparlardı. Bölge seçkinleriyle İngilizce değil Arapça konuşmakonlara göre bu bölgenin sorunlarını, zaaflarını, siyasetinin inceliklerini, devletlerin önceliklerini anlamak için yeterliydi.
Dahası aynı çevreler belki de farkında olmadan küçümsedikleri laik çevrelerin hiç düşmedikleri bir tuzağa düştüler. Türkiye’nin Müslüman âleminin doğal lideri olduğu inancına sahip olduklarından bilinçaltlarında Arap devletlerini ve siyasetini küçümsediler. Bu ülkelerin, Arap devlet sisteminin işleyişinin inceliklerini göz ardı ettiler. Ya da daha hakkaniyetli yazmak gerekirseTürkiye’nin dünya sistemi içinde yıldızı parladıkça bu yanılgıya daha fazla düşer oldular. Giderek, kendi oyun kurguları, hevesleri ve hayalleriyle dolu olduklarından değişen gerçekleri doğru değerlendiremediler.
Bunlara bir de naif ideologlarda genelde görülen aklından geçenleri gerçekliğin yerine koymak eğilimi eklenince Türkiye’nin Ortadoğu politikası bugünkü fiyaskoya dönüştü. Fiyaskonun kabullenilmemesi ve hâlâ sanki Türkiye’nin tercihlerinin bir kıymet-i harbiyesi varmış gibi konuşulmaya devam edilmesiyse aslında bir çaresizlik göstergesi. Her şeyin idrakinde olup girilen kuyudan nasıl çıkılacağını kestirememekten; bunca zaman iç politikada muhteşem bir güç birikimi sağlayan dış politikanın bu bakımdan işlevsizleşmesinin getirdiği yılgınlıktan.
Halbuki durumun hiç de böyle olması gerekmiyordu. Hâlâ bölge siyasetini şekillendiren bir güç olabilmek tarih felsefesinden nasiplenmek, uluslararası sistemin hayli katı gerçeklerini kavramak, bir hayal âleminin fantezilerine teslim olmamakla mümkündü. Bölgenin güç dengelerini, komşuların birincil çıkarlarını,kendi kapasitenizi doğru ve dürüstçe ölçmek sizi hüsrandan kurtarabilirdi.