Soğuk Savaş Fransız Devrimi’nin 200. yılı kutlanırken fiilen sona ermişti. Orta ve Doğu Avrupa’daki Leninist rejimlerin sonunu getiren toplumsal dalga, özlemler, öne çıkan fikirler Fransız Devrimi’nin tedavüle soktuklarıydı. 1989 Avrupa’nın olduğu gibi Fransa’nın da sanki son görkemli çıkışı oldu. 1990’ların büyük ümitleri 2000’li yılların krizlerine çarptı. AB’nin evrenselci mesajları yaşanan krizin etkisiyle ricat etmek zorunda kalırken tüm dünyada olduğu gibi AB ülkelerinde de yerelci, milliyetçi patlamalar, gömüldükleri mezardan çıkan ırkçı akımlar ön plana çıktı.
CEZALANDIRMA GÜDÜSÜ
Gelişmiş ülkelerin çalışan sınıflarının küreselleşmeden yedikleri silleye karşı gösterdikleri siyasal tepki geçen yıl yapılan Brexit referandumunda “evet” çıkmasıyla ve Donald Trump’ın Başkan seçilmesiyle patlamıştı. Bu seçimlerde rasyonel çıkar hesapları sonucu belirlemedi. Çalışan sınıfların, sıkıntılarının sorumlusu olduğuna inandıkları, kültürel açıdan da kendilerini küçümsediklerini düşündükleri seçkinlere yönelik cezalandırma güdüsü asıl belirleyici oldu.
Fransa’daki Başkanlık seçimleri bu bağlamda ulusal bir seçim olmanın çok ötesinde anlamlar taşıdı. Modern dünyanın siyaset anlayışını, siyasetin dilini icat eden ülkede açık toplum, evrensel değerler, önyargı karşıtlığı mı yoksa popülizmin içe kapalılığı, dışlayıcılığı, kavrukluğu ve buna bağlı milliyetçiliğin ırkçı hezeyanları mı ağır basacaktı. Bunlardan hangisinin önde çıkacağı AB’nin bir geleceği olup olmadığı sorusunu da sonuca bağlayacaktı.
Daha liberal unsurların ağır bastığı taraf önde çıksa da AB’nin, küreselleşme anlayışının, yeni dönemde sermaye-emek ve sermaye-toplum ilişkilerinin yeniden tanımlanması da mutlaka gündeme gelecekti. Gelmemesi halinde zaten birikmiş olan tepkiler önümüzdeki yıllarda daha da büyük öfke patlamalarına yol açacaktır.
EN MARCHE
Asıl eksenini bu karşıtlığın oluşturduğu Başkanlık seçiminin ilk turu siyasi geçmişi olmayan, yeni kurduğu “En Marche” (Yürüyüş) hareketinin başında ırkçılığa, kapalılığa, AB karşıtlığına karşı net tavır alarak kampanyasını yürüten Emmanuel Macron’un önde çıkmasıyla sonuçlandı. Merkez sağ ve sol partilerin sahadan silinmesinin de etkisiyle Fransa’da ve belki de dünyada siyasetin artık sağ-sol kalıpları dışında anlaşılması ve tartışılması gerektiği tezi de öne sürüldü. Fransa’nın dar ideolojik kalıplarını kırdığı söylendi.
İkinci gelen Marine Le Pen, babasından devraldığı katıksız ırkçı hem Müslüman hem Yahudi düşmanı partinin imajını epeyce değiştirerek kızgın, kırgın ve iktisaden yıkılmış ortadaki seçmene de hitap etmeyi başardı. Nitekim Fransa’nın bugünkü ekonomik gerçekleri ve buna bağlı demografisi Le Pen’e destek verenlerin giderek artacağı bir duruma da işaret ediyor.
Sonuçta Fransa, kendi tarihsel geleneğine daha çok yakışan tercihi yaptı. Macron birinci turu da önde kapattı. Yapılan kamuoyu yoklamaları normal koşullarda ikinci turu da kazanarak Başkan olmasını öngörüyor. Ne var ki mesele o kadar basit değil. Macron’un Başkan olduktan sonra da programını uygulayabilme imkânını bulamaması mümkün.