Çocuklar dört-beş yaşına gelince mutlaka müzelere, camilere
gitmişizdir. Anlıyorlar mı... Sonradan kendileri analayacakları
yaşlarda tekrar gidiyorlar. Ama vatan sevgisi dediğiniz öyle kuru
kuru toprak sevgisi değil ki... Üzerinde yaşayanlarla, onların
yarattıklarıyla, o mirasla bir anlamı var. Yoksa ben gerçekten
gördüm. Dünyanın birçok yerinde öyle kahverengi toprak var.
Bizimkini bizim yapan işte o miras. Sevgi değil, şiddetli aşkla
bağlayan müthiş bir kültür birikimimiz var.
İşte o yaşlarda binlerce yıldır, MÖ 2000 yılından bu yana,
Hatti’lerden bu yana tanış olduğumuz o güneşi bilmeli. Üzerindeki o
kuşların ağaçların, boğanın, geyiğin doğanın, üremenin üretmenin
simgesi olduğunu öğrenmeli. Kibele’nin o ihtişamlı
yaratıcılığından, o kendine güvenli oturuşundan gururlanmalı. Tunç
devrindeki takıların yaratıcılığı ve becerisi ona da
bulaşmalı...
Ben bulmuşum, ben üretmişim, ben yapmışım... yine bulurum, yine
üretirim, yine yaparım...
Bu kez de torunla baştan başladık.
Mercan’la Ankara’dayız. Annesi babası bir sempozyuma katılmak için
Özbekistan’a gitti. Hemen bir program yaptık. Bir güne üç müze
sığdırdık. Gerçekten de o doyumu görecektiniz.
Bana daha iyi geldi desem... Şu entel dantellerle tartışıp
duruyoruz zaten “bu milletten bir şey olmaz...”cılarla... hele bir
gelsinler de görsünler... Neymişiz! Ne olabiliriz!
Bitkiler gibi köklerimizden besleniyoruz.
Yaşam suyu.
KÖKLERİMİZ DERİNDE
Garip.
Eskiden böyle değildi.
O kadar çok ziyaretçi var ki.
Yabancı turist değil. Bu arada söyleyeyim. Ekonomi Bakanı olmak
istiyordum. Vazgeçtim. Kültür Bakanı olsam de...