Cağaloğlu’ndan bir abim daha gitti.
Bir dönemin son kalanlarından. Yalnızca gazetecilik mi?
Kara günlerde dik duranlardan.
Elimizi bırakmayanlardan.
Neşemize her daim ortak olanlardan.
Benim için ayrı bir özelliği de vardı.
Tarih öğretmenimiz Rahşan Işılay’ın oğluydu.
12 Mart’ta cezaevinden çıktığım zaman karşılaştığımızda nasıl sevgi
dolu sarıldı, “Seninle gurur duyuyorum.” demişti. Öyle sıradan bir
cümle değil. Bazılarının selam vermekten kaçındığı darbe
zamanları.
Onlar da özel hocalardı. Edebiyat öğretmenimiz Mahmedet
Şahinler, Amerika’ya gittiğimde de yazdı, cezaevine de. Lisede Baha
Dürder, ortaokulda Saadet Balkan Türk okul müdürümüzdü... Eğitim
Enstitülerinin son gelenekleri.
Müzik dersinden, beden eğitiminden ikmale kalınabilen bir eğitim ve
öğretim sistemi.
“Okul gezilerimiz tiyatrolara, operalara, müzelere, tarihi yerlere
olurdu... Brecht’i, Borchert ve Kafka’yı Almanca dersinde,
Shakespeare’i İngiliz edebiyatında, Orhan Kemal’i Türkçede
okuduk.
“Paradan söz etmenin ayıp, köşe dönmeciliğin utanılacak bir eylem
olduğu dönemler. Güya özel okuldu. Yemek seçmek olmazdı,
ayakkabımızı kendimiz boyar, bulaşığımızı kendimiz sırayla
yıkardık...
“Şimdilerde artık Goethe, Schiller bile kendi memleketinde
unutuldu...” (Bkz. Şule Perinçek, “Yanan kızlarımızın yaşam
değeri”, Aydınlık, 7 Mayıs 2017.)
Biz ezber ettik.
Cağaloğlu’nda abi kardeşliğimizin temeli sağlam, yani.
Aynı kaynaklardan sular içtik.
Aynı cezaevlerinde tedrisat gördük.
Gururluyduk.
Mücadeleciydik.
Neşeliydik.
Hastalığına karşı da çok direndi.
Yıllarca teslim olmadı.
Bir de Fenni kardeşim vardı. Fenni Özalp. Onu da kaybettik.
Yıllarca 2000’e Doğru dergisinde birlikte çalıştık. Öyle çat kapı
geldi. Yokluk ve zorluk günlerinin kahraman dergisinin sessiz
kahramanlarından. “Guten Tag Fenni” sarı ve kıvırcık. Genel Yayın
Yönetmenimiz Doğu Perinçek onu Alman sanmış, birkaç sefer yanından
geçerken Almanca günaydın demişti. Adı öyle kaldı.
Sonradan kardeşi Fethi Özalp’i de getirdi. O da kıvırcık ama
aynısının esmeri. Negatifi gibi. Yeniler bilmez, negatif deyince ne
demek istediğimi belki. Fotoğraf makinelerimiz vardı. Rulo film
takardık içine. Banyo edilir. Siyahlar beyaz, beyazlar siyahtır.
Kâğıda basılınca doğrusu çıkar.
Fenni ve Fethi ikisi de çok çalışkan. Neşe kaynaklarımızdı.
Fenni acar muhabirdi.
Her işe, her habere koşan, yaratıcı, özverili, birikimli… Hepimiz
her işi yapardık zaten. Temizlikse temizlik, yük taşımaksa yük
taşımak. Amacımız bir. Daha iyi bir dergi ya da gazete çıkaracağız
ya, bütün eğrileri düzelteceğiz ya; haklıların hakları için
kendimizi paralayacağız ya … Aman o nasıl bir doyum… nasıl bir
dinginlik…
Bu da bir Cağaloğlu’nda yaşattığımız devrimci gelenek.
Gitmesek de görmesek de çıktığımız kabı hiç unutmayız.
İkitelli’ye gidince biraz mertlik bozuldu mu…
Plazacı oldular.
Mekân mı etkileyen…
Aynı zamanda pilavcı olmalarını.
Pilav da neymiş suşici…
Yok.
Şu bizim tarihi binanın kapısından girenlerden bile tek tük olsa
da çıkıyor. Büyük şaşkınlıkla tanık oluyorum.
Bildiğin eğri odun olarak gireriz o kapıdan. Başka yayın
organlarına benzemeyiz. Hiç alçakgönüllü değilim. Gerçekçiyim.
Yalan söyleyemem.
Üzerimizde o kadar billurlaşmış yoğun emek vardır ki.
Hem siyasi hem meslekî.
Bazılarının daha iki gün olmadan ipince kalem olunca, dönüp
yaptıklarını duyuyorum.
Kiminin içi odun kalıyor demek ki…
Sistem kör ve sağır yapıyor.
Başında akıl, yüreğinde vicdan ve ahlâk bırakmıyor.
Parra… parra!
Elimin kiri alt tarafı.
Bu mu…dünya!
Onların arkasından kim ne yazacak. Çok şık elbiseler giyerdi mi…
şunları yerdi mi…
Kaç yıldır görmüyorum ikisini de. İstanbul’un kabahati. Zamanın
özrü.
Keşke Ali Sirmen’e de Fenni Özalp’e de el sallayabilseydim.
Erdemli geldiler. Öyle de gittiler.
Onu biliyoruz. Öyle de yazıyoruz.