Geçen hafta Diyarbakır’dan üç konuğum vardı. İki kardeş, bir
oğul. Vaktiyle biriyle bir bardak çay içmişliğimiz var. Madem kahve
kırk yıl yapıyor Diyarbakır çayı on basar.
28 yıl önce kahvelerde kocaman ince belli bardaklarla içtiğim
“kaçak” çayın tadı başkaydı...
Doğu Perinçek, o yıllarda Diyarbakır Cezaevi’nde tutukluydu. Görüşe
gitmiştim.
Küçük taburelere oturup içtiğimiz çay ev tadındaydı. Sohbet,
sıcaklık memleket tadında.
Bardaklara da şaşırmıştım. Bizim bu taraflardaki kahvelerde bir
yudumda biten minicik ince belliler vardı. Diyarbakır’dakiler göz
doyuran cinsiydi. (Sözün aslı öksüz doyuran biliyorum da; ben böyle
değiştirdim. Öksüzlere çok ayıp çünkü.)
Aslında “kaçak”lığın da kaçaklığı kalmadı. Bildiğimiz Seylan çayı.
Ama adı hâlâ öyle.
Neyse biz konuklarımızla İstanbul’da Parti’de Nurcan Hanımın
elinden çaylara doyarken sohbete doyamadık.
Oğlumuz öğretmen. Başarılı, parlak bir çocuk. Her sınavda 99.5
alan...
Gazetede ilanları görüyorlar. Babası da devlet memuru. Oturup
görüşüyorlar. Oğul çok istiyor Harp Okulu’na girmeyi. Hemen
başvuruyorlar. Yazılı sınavlar yıldızlı pekiyi.
Ama mülakattan “başarısız” bulunuyor. Gerekçe yok zaten.
O zamanlar bayağı sarsıntı geçiriyor.
“Bir türlü sindiremedim” diyor “Neden? Neden, Diyarbakırlıyım diye
benim o şerefli ünüformayı taşımama izin vermiyorlar... neden
vatanıma hizmet etmemi istemiyorlar...”
Aslında işi var. Meslek subayı olacak.
Çok sonra FETÖ ortaya çıkınca rahatlıyor. Çünkü öğreniyor ki...