Şu sosyal medya nasıl bir şeydir! Yalanlarıyla ayrı uğraşıyorsunuz... Daha dün bir arkadaşım anlattı. Bir siyasi partinin basın danışmanı bir tivit atıyor. Birinci Meclis’ten Atatürk’ün büstünü kaldırmışlar diye... Altına da bütün ne kadar hurafeci “Atatürkçü” varsa döşeniyor. Bizim arkadaşımız ne yapıyor? Maddeyi anlamaya çalışıyor elbette.
Pazar sabahı üşenmiyor kalkıyor Birinci Meclis’e gidiyor. Görevliler şaşırıyor. Öyle bir şey olsa ilk önce biz karşı çıkarız, diyorlar. Müdürle görüşüyor. Anlaşılıyor ki, her yıl aynı işlem yapılırmış. TRT İstiklal Marşı’nın kabulü gününde orada çekim yaparmış. Büst de indirilir, yerine Atatürk yerine bir sanatçı çıkar aynı sahne tekrarlanırmış. Gerçek Atatürk genci gibi davranan arkadaşımız eve geliyor. Aynı sorumlulukla hemen tivit sahibine yazıyor. Yanıt nedir dersiniz? Dur bakalım yerine koyacaklar mı... zaten bunlar... takipçisi olacağız... vb...
E o kadar paylaşılmış şimdi limon sıkmak olur mu... Siyasi tartışmasını bir yana bıkakıyorum. Bu tıbbi olarak da artık tanımlanan bir bağımlılık türü. Kaç kez tıklandım, paylaşıldım. Her yerde yalan dolan da olsa, at gitsin... Muhabbetlerin baş köşesinde.
Diyelim bir an yaşanıyor. Bir duygu paylaşımı... Hemen iletiler atılıyor... Şu kadar beğeni aldı bak! Elinde cep telefonu. Biraz sonra tekrar giriyor, tekrar bakıyor, kaç oldu?? Amaan müthişş!! O ortamdan, o gerçeklikten, mekândan, o insanlardan kopuyor. O güzelliği paylaşmaktan, yaşamaktan kopuyor. Parmak ucuna ve iki üç haneli rakamlara kapanıyor. Sayaç gibi. Kaç oldu? Kaç oldu? ...
Ama bu? Bunu anlamakta gerçekten çok zorlanıyorum. ...
İnsana saygısız gazeteciliği çok yazdım. Kaza görüntüleri, polisiye olaylar, son dönemde “kadın konulu” haberler... Reytingi artıracak... Bir keresinde Pakistan’a bir toplantı için gitmiştim. Gelmişken... klasik gazetecilik dürtüsü... bir iki gün daha kalayım haber yapayım. Tutuklularla, siyasilerle vb görüştüm. Bu amaçla hastaneye gittim. Koridorlarda, yerlerde insanlar, battaniyelerin üzerinde perişanlık... Sendikacılarla işçi mahallelerine gittim. Yoksulluk, sefalet... O gözler hâlâ gözümün önünde... Onlara baktım. Elim kameramda. Parmağım gitmedi. Lanet olsun dedim! Gazeteciliğim batsın. Çekemedim. Bir kare bile fotoğraf çekemedim. O insanları incitemedim. Öylesine orada o acılardan, o yoksulluktan yabancılaşamadım. Kameranın, camın öte yanına geçemedim.