Şunu bir türlü anlamam. Neden badem gözlülere karşı yaşarken kör
olunur! 9 Ocak Cemal Süreya’nın ölüm günüydü. Vatan Partisi
Bakırköy İlçe çok güzel bir program hazırlamış. Şiirlerini
dinledik, yaşamından görselleri izledik. Ben de konuşmacıydım.
Şöyle bir gitmeden yazılanlara baktım. Tanışan tanışmayan, tanışan
ama tanımayan... Akademik çalışmalar da var...
Hadi gözlerini yaşama kapadıktan sonra yazdınız.
Ona da birşey demiyorum.
Kıymet bildiniz. Yine de başım üstüne.
Ama şairin yaşamına saygı istiyorum doğrusu.
Tanısaydınız bilirdiniz. O da isterdi.
DARBE GÜNLERİNİN DOSTU
1978. Günlük Aydınlık çıkıyor. 12 Eylül’ün adım sesleri. Yalın
kılıç nasıl da bir mücadele veriyor. Tabuların üzerine gidiyor.
Darbeleri göğüslüyor. Geçmiştekinin hesabını masaya yatırıyor.
Bedelini, helal olsun, göz kırpmadan ödüyor... Ama sonradan adıyla
anılacak bir gazetecilik geleneği yaratıyor.
Genciz. Bir avucuz. Ama bütün yürekleri birleştirmişiz. Türkiye’nin
değerleri koşmuş gelmiş. Şairi, öykü yazarı, çizeri, bilim
insanı... 1979 Mart’ından başlayarak Cemal Süreya “Paçal”
köşesinden yazıyor. Ta ki gazete darbeyle kapanan kadar.
12 Eylül’ün en civcivli günlerinde. Neredeyse gizli toplantılar.
Ama adını koyarak 1986’dan başlayarak Saçak dergisinin Sanat ve
Kültür Yönetmeni. Yazı Kurulunun saatler süren toplantılarının işi
en ciddiye alan, titiz üyesi. Zamanında ve hazırlıklı gelir...
Yoksa izin yazısı gönderir. Artık Partili.
12 Eylül sonrası. Hâlâ cesaret isteyen günler.
Hatta daha çok!
Doğu Perinçek uzun tutukluktan sonra tahliye olmuş.
Üstgöztepe’de Şair Arşi caddesindeki evimizin kapısındaki ilk hali.
Işıl ışıl...
Hadi ne duruyoruz... gibilerinden.
ŞİİRİNDEN SONRA İKİNCİ DORUK
2000’e Doğru’nun çıkmasına da, adının konmasına da bizim evde
karar verdik. Çiziklerini saklamıştım. Arşivde olmalı. Bayramlık
çocuk gibi kıpır kıpır... Heyecanı ve keyfi gözümün önünde. Siyaset
yazacak! Meğer içinde öyle büyütmüş. Her sayı ayrı bir doğum oldu.
“Şiirimden sonra ikinci doruk” dediği İzdüşümler. Çizimlerini yapan
Semih Poroy da tanıktır nasıl titizlendiğine... Kültür-Sanat-Toplum
sayfalarını yönetti, birlikte hazırladık yıllarca. Küçücük bir
odada masalarımız ancak bitişik sığıyordu. Bazen tası tarağı toplar
Gazeteciler Cemiyeti’ndeki uzun öğle yemeklerine katılırdım.
Şairler ve yazarlar meclisi. Hep birlikte öneriler, katkılar... Bir
önceki sayının eleştirileri. “Şu nasıl olmuş” “Bunu nasıl
buldunuz...”
Yeniden yazımdan, düzelmenliğine en ufacık her işine dahil
oldu.
Birlikte çalışırken hep şu sözü aklıma gelirdi:
“Dergiler edebiyatın laboratuvarıdır.”
Aynen öyle. Gram gram... sözcük sözcük... harf harf...
Sözlük okuma adetimi ondan edindim. Boş kalınca öyle yapardı. İlk
önce şaşırdım. Sonra bağımlık yaptı. Öneririm.
GÖNÜL ZENGİNİ
Bazen tasalanır, bazen keyiflenir yaşamından birşeyler
anlatırdı.
Hemen not alır çekmeceme atardım.
Muzaffer Buyrukçu’yla arasında şöyle bir konuşma geçmiş:
-Gel, Turgut Özal’la intihar edelim!
-Ciddi olamazsın, onun gibi adam için değer mi?
-Yalnız değilim ki sen de geliyorsun!
-Nasıl edeceğiz?
-El ele tutuşup suya atalayacağız...
-Ya ölmezsek?
-Olsun manzarası bile güzel!
İçime sinmedi. “Abi” dedim “bak böyle böyle yapıyorum...
anlattıklarını yazıyorum...”
“Yaz ama” dedi “sakın ben yaşarken yayımlama...”
Aklımıza nereden gelecekti...
Emeği hepimizde çoktur. Memo’nun kirvesi. Gerçekten birlikte
hastaneye gittik. Akşam evde pilavını, zerdesini yedik, halayını
çektik...
Bir sınıf arkadaşı ardından söylemişti: “Öğretmenlerimizden bilgi
öğrendik, ama yaşıtımız Cemal’den gönül zenginliği...”
Rehber olsun oğlumuza dedik.
MASANIN ALTINDAN UZANAN EL
Kaç kez tanık oldum, hesap geldiğinde masanın altından kimselere
göstermeden uzanan ele. Yukarıdan “Hesaplar benden!!” diye sesini
yükselltiğini hiç duymadım. O da bir yöntem, öyle değil mi?
Buna karşılık kaç kez tanık oldum hak ettiğini bile “almaya”
utandığına... Bir keresinde evde taklidini de yaparak anlatmıştı.
Şimdi tam anımsamıyorum, galiba bir tazminat parası. Emeğinin
karşılığı olmadığını düşünüyor. Onu kapıdan içeri alamaz. Parayı
postacı getirecek. Paltosunu ayakkabısını giyip o küçük girişi
vardı evinin, orada bekliyor. Gelir gelmez, parayı eşikten
aşırmadan doğru telefon idaresine, evine telefon alıyor.
ŞİİR BÜTÜN ÇAĞLARDA NEDEN VARDIR
17 Şubat 1988’de şiire katkısını konuşmuşuz:
“Ben savurdum. Gittiği yere şiir dökerek gittim. İddiasızlıktan güç
aldım. Tekkeden gelir gibi”
Üç damıtılmış sözcükle bir başlık:
“Şiir Anayasaya Aykırıdır”
Sebep ve sonuç:
“Şiir bütün çağlarda onun için vardır”
“Şiir dünyayı değiştirmenin araçlarından biridir.”
“Ancak yalnızca siyasal görüşüne yaslanarak iyi bir şair
olunmaz.”
En çok da ona yanarım. Bu dönemde biriktirdiklerini şiirleştirmek
üzereydi. “Telefon Kulübeleri” ve “1 Mayıs”...
Cemal Süreya, Nâzım için “Hayatını şiirle doğrulamış bir şairdir”
der.
Cemal Süreya da yaşamıyla şiirini, yazdıklarını doğrulamış bir
şair.
“Güneşten yırtılmış cazdır benim şiirim”
Onu oradan koparamazsınız!
Ardından yazılanlara bakıyorum.
Yarım yırtık.
Kaynakçaya, dipnotlara bakıyorum...
Şairin “Bugüne dek yazarken en özgür olduğum, kendimi öyle
duyumsadığım” “Kendimi evimde gibi hissettiğim” “müthiş birşey!”
dediği yayın organlarının adı bile geçmiyor.
O mücadele dönemi yok! O biriktirdiği dönem yok.
Şair yarım.
Şiir yırtık.
Oysa “sevdalınız”, has şairdi.
Hiç anlamamışsınız.
Keşke şu günlerde yaşasaydı...
Yaşasaydı da anlatsaydı!
5 Kasım 1977’de sinema emekçileri “Sinema sanatımıza yönelik baskıları protesto etmek, sinema emekçilerinin sosyal ve ekonomik haklarının kazanılması yolunda yasa düzenlenmesini Türkiye Büyük Millet ve Meclisi’nden istemek ve sinemamızın acılarla dolu bütün sorunlarını halkımıza yansıtıp onun güçlü desteğini sağlamak için, İstanbul’dan Ankara’ya uzanacak üç günlük bir yürüyüş düzenlenmişti.” O günden bugüne sorunlar daha başka sanki...