2000’li yılların başıydı. Dönemin
Başbakan’ı Ecevit, memur maaşlarını ödeyecek para bulamıyor, borç
para bulmak için Avrupa ülkelerini kapı kapı dolaşıyordu.
Bu ülkelerden biri de Almanya idi.
Ecevit, samimi dostumuz dediği Almanya’ya gittiğinde para yerine bol bol nasihat aldı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin onuruna yakışmayacak bir şekilde kapı dışarı edildi.
O sırada bir ülkeden, “Biz size destek verebiliriz” çağrısı geldi.
Bu ülke, toplam nüfusu hepi topu 500 bin olan Lüksemburg’du. Ecevit bu parayı alabilmek için harekete geçti. Ülkenin onurunu kurtarmak için, “Borç alıyoruz, durumu düzeltince geri öderiz” dedi.
Lüksemburg, “Geri ödemenize gerek yok. Bu parayı bağış olarak kabul edebilirsiniz” diye açıklama yaptı. Ecevit, bugün herhangi bir iş adamının aylık kişisel harcaması sayılabilecek bu parayı bağış olarak kabul etti.
Depremzedeler için toplanan paralar bile adresine ulaşmıyor, memur maaşları bu parayla ödeniyordu.
Tam anlamıyla kahır yıllarıydı.
Bir yandan da dünyada pek çok ülkeyi kasıp kavuran Deli Dana hastalığıyla mücadele ediyorduk.
O dönemde haberleri izlerken dönemin Alman Başbakanı Helmuth Kohl ile ilgili bir haber düştü önümdeki televizyon ekranına…
Haberde, Deli Dana hastalığı nedeniyle Almanya’da pek çok hayvanın telef olduğu bilgisi verildikten sonra dehşet verici bir detaya geçildi.
Alman Başbakan Helmuth Kohl, “Şüphe uyandıran etlerin ciddi bir bölümünü Türkiye’ye sattık” diyordu. Gazeteci, “Bu etler hastalıklı olduğu hâlde neden Türkiye’ye sattınız” diye sorduğunda Kohl’ün açıklaması aynen şöyleydi:
“Türkiye üçüncü dünya ülkesi ve çok zor durumdalar. Bu etleri çöpe atmak yerine onlara satmanın daha doğru olacağına karar verdik. Onlar da kabul etti!”
Şu an okuduklarınıza inanamıyorsunuz biliyorum ama gerçekten bu durumdaydık.
Çocukların açlıktan öldüğü, ekonomik kriz bunalımı yaşayan insanların ardı ardına intihar ettiği haberleri birbirini takip ediyordu.
İş öyle bir noktaya geldi ki Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, “Gönül Kumbarası” kurulması önerisinde bulundu. Bu kumbaraya her Türk vatandaşı gönlünden geçtiği kadar para koyacak ve ülkeyi yeniden ayağa kaldıracaktı.
Ancak tam da o dönemlerde yapılan seçimle AK Parti iktidara geldi. Erdoğan, “Devleti aciz bir dilenci durumuna düşüremeyiz. Biz kendi öz kaynaklarımızla ayağa kalkacağız” diyerek bu öneriye karşı çıktı.
Bu ülkelerden biri de Almanya idi.
Ecevit, samimi dostumuz dediği Almanya’ya gittiğinde para yerine bol bol nasihat aldı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin onuruna yakışmayacak bir şekilde kapı dışarı edildi.
O sırada bir ülkeden, “Biz size destek verebiliriz” çağrısı geldi.
Bu ülke, toplam nüfusu hepi topu 500 bin olan Lüksemburg’du. Ecevit bu parayı alabilmek için harekete geçti. Ülkenin onurunu kurtarmak için, “Borç alıyoruz, durumu düzeltince geri öderiz” dedi.
Lüksemburg, “Geri ödemenize gerek yok. Bu parayı bağış olarak kabul edebilirsiniz” diye açıklama yaptı. Ecevit, bugün herhangi bir iş adamının aylık kişisel harcaması sayılabilecek bu parayı bağış olarak kabul etti.
Depremzedeler için toplanan paralar bile adresine ulaşmıyor, memur maaşları bu parayla ödeniyordu.
Tam anlamıyla kahır yıllarıydı.
Bir yandan da dünyada pek çok ülkeyi kasıp kavuran Deli Dana hastalığıyla mücadele ediyorduk.
O dönemde haberleri izlerken dönemin Alman Başbakanı Helmuth Kohl ile ilgili bir haber düştü önümdeki televizyon ekranına…
Haberde, Deli Dana hastalığı nedeniyle Almanya’da pek çok hayvanın telef olduğu bilgisi verildikten sonra dehşet verici bir detaya geçildi.
Alman Başbakan Helmuth Kohl, “Şüphe uyandıran etlerin ciddi bir bölümünü Türkiye’ye sattık” diyordu. Gazeteci, “Bu etler hastalıklı olduğu hâlde neden Türkiye’ye sattınız” diye sorduğunda Kohl’ün açıklaması aynen şöyleydi:
“Türkiye üçüncü dünya ülkesi ve çok zor durumdalar. Bu etleri çöpe atmak yerine onlara satmanın daha doğru olacağına karar verdik. Onlar da kabul etti!”
Şu an okuduklarınıza inanamıyorsunuz biliyorum ama gerçekten bu durumdaydık.
Çocukların açlıktan öldüğü, ekonomik kriz bunalımı yaşayan insanların ardı ardına intihar ettiği haberleri birbirini takip ediyordu.
İş öyle bir noktaya geldi ki Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, “Gönül Kumbarası” kurulması önerisinde bulundu. Bu kumbaraya her Türk vatandaşı gönlünden geçtiği kadar para koyacak ve ülkeyi yeniden ayağa kaldıracaktı.
Ancak tam da o dönemlerde yapılan seçimle AK Parti iktidara geldi. Erdoğan, “Devleti aciz bir dilenci durumuna düşüremeyiz. Biz kendi öz kaynaklarımızla ayağa kalkacağız” diyerek bu öneriye karşı çıktı.
O günlerin üzerinden 18 yıl
geçti.
Türkiye bu süre içinde kâh şahlandı, kâh sıkıntılı dönemler geçirdi. Amerika da dâhil olmak üzere bütün dünya ülkelerinin derinden etkilendiği ekonomik krizlerden biz de nasibimizi aldık.
Üstelik bu süre içinde Gezi gibi, 17/25 Aralık ve 15 Temmuz gibi pek çok darbe girişimi atlattık. PKK, FETÖ ve DEAŞ gibi dünyanın en büyük üç terör örgütüyle amansız bir mücadele verdik.
Yanı başımızda kurulmak istenen terör devletinin kurulmaması için olağanüstü mücadeleler verdik. 4 milyon insanı kendi sınırlarımız içinde misafir etmenin ağır sorumluluğunu yaşadık. Çeşitli gerekçelerle ekonomik saldırılara maruz kaldık.
Ancak bugün çok iyi durumda olmasak da yara bere almış olsak da dimdik ayaktayız.
Dün haberlerde gözüme ilişti.
Ukrayna Devlet Başkanı Poroşenko, Türkiye’den İnsansız Hava Aracı alımı anlaşması imzalandığını açıklıyor.
İsrail’den alınan ve yarım yamalak çalışan Heronları hatırladım. 6 tane Heron’un 4’ü daima arızalı olur, İsrail’de sözüm ona bakıma alınırdı. Sadece iki tanesinin çalışmasına izin verilirdi. Üstelik bu araçlar PKK’nın karargâhı sayılan Kandil’in üstünden geçerken İsrail düğmeye basıp görüntü akışını durdurur, “O bölgeyi göremezsiniz” derdi.
14 yıl önce ortaya çıkan Selçuk Bayraktar isimli bir vatan evladı “Bana imkân verirseniz yaparım. Hem de İsrail’in verdiklerinden çok daha iyisini yaparım” dediğinde pek çok kişi dudak bükmüştü.
Şimdi o vatan evladının ürettiği tamamen yerli ve millî olan bu araçlarla imkânsızı mümküne çeviriyor, “Kazanılamaz” denilen savaşları gökyüzündeki bu elektronik gözler sayesinde kazanıyoruz.
Dahası…
Şimdi kendi silahlı-silahsız insansız hava aracımızı ürettiğimiz yetmiyormuş gibi dünyaya ihraç ediyoruz.
Ve dün bir haber daha ilişti gözüme…
Türkiye’nin israf raporunu anlatan bu habere göre, tüketilmeden çöpe atılan gıda oranı yüzde 22,8 olmuş. Dünya ortalamasının 14 puan üstünde.
Araba ve lüks cep telefonu değiştirme konusunda neredeyse dünya liderliğine oynuyoruz. Pek çok ailede iki hatta üç araba olduğu belirlenmiş araştırma sonuçlarında…
Ekonomik krizden bahsettiğimiz; emeklinin, memurun, işçinin ve esnafın kan ağladığını söylediğimiz bir dönemde yaşanıyor bunlar.
İlginç olan şu:
Olanlar “Yetmiyor, daha fazla istiyorum” diye yırtınıyor, olmayanlar ise “Allah bugünleri aratmasın” diyerek kanaat getiriyor.
Olanlar ülkenin hâlini beğenmiyor, “Gidişattan memnun değilim” diyerek ya yurt dışına kaçıyor ya da darbe çağrısı yapıyor. Hatta imkân bulup ülke yönetimini ele geçirmeye çalışan darbecileri alkışlayanı dahi oluyor.
Olmayanlar ise, vatani görev sınırlarının dahi üzerine çıkarak ülke için gerektiğinde canını ortaya koyuyor…
Evet, 18 yılda Türkiye büyük bir dönüşüm yaşadı. Başarılamaz denilen pek çok şey başarıldı. Bu süreç zenginleri daha zengin etti ama alt tabaka bu zenginlikten hakkı olanı alamadı.
Artık onlara, hatta sadece onlara yönelik bir çalışma yapılmasının zamanı geldi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın deyimiyle madem bu ülkenin kaymağını yiyen tabakanın ülke batsa dahi kılı kıpırdamıyor. O zaman ülkesi zarar görmesin diye vatanını canından aziz bilenlere yatırım yapılsın birazcık…
Emeklilikte Yaşa Takılanlar…
3600 ek gösterge bekleyen güvenlik görevlileri…
Memur, emekli, işçi, çiftçi…
Bu kadar vurgun, bu kadar savurganlık ülkeyi batırmamışsa, bu kesimlere verilecek haklar hiç batırmaz.
Biraz da onlar kaymak yesin, ne çıkar bundan?
Türkiye bu süre içinde kâh şahlandı, kâh sıkıntılı dönemler geçirdi. Amerika da dâhil olmak üzere bütün dünya ülkelerinin derinden etkilendiği ekonomik krizlerden biz de nasibimizi aldık.
Üstelik bu süre içinde Gezi gibi, 17/25 Aralık ve 15 Temmuz gibi pek çok darbe girişimi atlattık. PKK, FETÖ ve DEAŞ gibi dünyanın en büyük üç terör örgütüyle amansız bir mücadele verdik.
Yanı başımızda kurulmak istenen terör devletinin kurulmaması için olağanüstü mücadeleler verdik. 4 milyon insanı kendi sınırlarımız içinde misafir etmenin ağır sorumluluğunu yaşadık. Çeşitli gerekçelerle ekonomik saldırılara maruz kaldık.
Ancak bugün çok iyi durumda olmasak da yara bere almış olsak da dimdik ayaktayız.
Dün haberlerde gözüme ilişti.
Ukrayna Devlet Başkanı Poroşenko, Türkiye’den İnsansız Hava Aracı alımı anlaşması imzalandığını açıklıyor.
İsrail’den alınan ve yarım yamalak çalışan Heronları hatırladım. 6 tane Heron’un 4’ü daima arızalı olur, İsrail’de sözüm ona bakıma alınırdı. Sadece iki tanesinin çalışmasına izin verilirdi. Üstelik bu araçlar PKK’nın karargâhı sayılan Kandil’in üstünden geçerken İsrail düğmeye basıp görüntü akışını durdurur, “O bölgeyi göremezsiniz” derdi.
14 yıl önce ortaya çıkan Selçuk Bayraktar isimli bir vatan evladı “Bana imkân verirseniz yaparım. Hem de İsrail’in verdiklerinden çok daha iyisini yaparım” dediğinde pek çok kişi dudak bükmüştü.
Şimdi o vatan evladının ürettiği tamamen yerli ve millî olan bu araçlarla imkânsızı mümküne çeviriyor, “Kazanılamaz” denilen savaşları gökyüzündeki bu elektronik gözler sayesinde kazanıyoruz.
Dahası…
Şimdi kendi silahlı-silahsız insansız hava aracımızı ürettiğimiz yetmiyormuş gibi dünyaya ihraç ediyoruz.
Ve dün bir haber daha ilişti gözüme…
Türkiye’nin israf raporunu anlatan bu habere göre, tüketilmeden çöpe atılan gıda oranı yüzde 22,8 olmuş. Dünya ortalamasının 14 puan üstünde.
Araba ve lüks cep telefonu değiştirme konusunda neredeyse dünya liderliğine oynuyoruz. Pek çok ailede iki hatta üç araba olduğu belirlenmiş araştırma sonuçlarında…
Ekonomik krizden bahsettiğimiz; emeklinin, memurun, işçinin ve esnafın kan ağladığını söylediğimiz bir dönemde yaşanıyor bunlar.
İlginç olan şu:
Olanlar “Yetmiyor, daha fazla istiyorum” diye yırtınıyor, olmayanlar ise “Allah bugünleri aratmasın” diyerek kanaat getiriyor.
Olanlar ülkenin hâlini beğenmiyor, “Gidişattan memnun değilim” diyerek ya yurt dışına kaçıyor ya da darbe çağrısı yapıyor. Hatta imkân bulup ülke yönetimini ele geçirmeye çalışan darbecileri alkışlayanı dahi oluyor.
Olmayanlar ise, vatani görev sınırlarının dahi üzerine çıkarak ülke için gerektiğinde canını ortaya koyuyor…
Evet, 18 yılda Türkiye büyük bir dönüşüm yaşadı. Başarılamaz denilen pek çok şey başarıldı. Bu süreç zenginleri daha zengin etti ama alt tabaka bu zenginlikten hakkı olanı alamadı.
Artık onlara, hatta sadece onlara yönelik bir çalışma yapılmasının zamanı geldi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın deyimiyle madem bu ülkenin kaymağını yiyen tabakanın ülke batsa dahi kılı kıpırdamıyor. O zaman ülkesi zarar görmesin diye vatanını canından aziz bilenlere yatırım yapılsın birazcık…
Emeklilikte Yaşa Takılanlar…
3600 ek gösterge bekleyen güvenlik görevlileri…
Memur, emekli, işçi, çiftçi…
Bu kadar vurgun, bu kadar savurganlık ülkeyi batırmamışsa, bu kesimlere verilecek haklar hiç batırmaz.
Biraz da onlar kaymak yesin, ne çıkar bundan?