Türkiye'de siyasetiyle, sanatçısıyla ve medyasıyla bir muhalefet sorunu yaşadığımız aşikâr.
Zaman zaman bu konuda yazılar yazıyor, olumlu muhalefetin nasıl yapılması gerektiği konusunda uyarılarda bulunuyoruz.
Tekrarında ne kadar fayda var bilmiyorum ama yine de söyleyeceğim.
16 yıl boyunca tek başına iktidara gelen bir parti, zaman içinde güç zehirlenmesi yaşayabiliyor.
İnkâra gerek yok!
Bu zehirlenme belirtilerini son dönemlerde AK Parti'nin tabanında çok sıklıkla görmeye başladık. İl ve ilçe teşkilatlarında, belediyelerde ve kimi vekillerde bu zehirlenmenin, bu şımarıklığın emarelerine rastladık, rastlıyoruz.
Muhalif olduğunu söyleyen medyada durum farklı değil.
Köşe yazılarında dile getirdiği komik sorunlar, çıktıkları ekranlarda çok önemliymiş gibi anlattıkları içi boş meseleleri de zaman zaman eleştiriyoruz.
Zaten bundan ötesini yapmamız gazetecilik sayılmaz. Zira meslek hayatımda hep şuna inandım.
Birilerini inancından, ideolojisinden ve duruşundan dolayı sevmiyor olabilirsiniz. Ya da o sizi sevmiyor, sizin inancınıza saygı duymuyor, sizinle aynı düşünmüyor olabilir.
Bu konuda fikren çatışabilir, sert eleştirilerde bulunabilirsiniz. Ama sırf sevmediğiniz için, sırf sizin gibi düşünmediği için bir kişiye yasak getirilmesini savunamazsınız.
"Falanca kişi Cumhurbaşkanı'nı sevmiyor. Neden hâlâ televizyonlara çıkarıyorsunuz? Filanca kişi bizimle aynı gemide yer almadığını söylüyor. Ona neden hâlâ köşe veriyor, yazı yazdırıyorsunuz" diyemezsiniz.
Daha doğrusu dememelisiniz!
Bu ülkenin her bir ferdi Cumhurbaşkanı'nı sevmek zorunda değil. Cumhurbaşkanı'nı sevmeyen bir insana vatan haini muamelesi yapamazsınız.
Bu ülkenin her bir ferdi sizinle aynı partiye oy vermek zorunda değil. Sizinle aynı partiye oy vermediği için kimseye hain damgası vuramazsınız.
Benim inandığım dava, "Düşmanına benzeme, onun yöntemlerini seçme" diyen kutlu bir davadır.
Bizler, 28 Şubat döneminde işsiz bırakılmış gazetecileriz. Bizler, 28 Şubat döneminde açlıkla terbiye edilmeye, açlıkla boyun eğmeye zorlanmış insanlarız.
Bizler, 28 Şubat döneminde kimi tetikçi gazetecilerin yaptığı alçaklıkların bedelini ağır şekilde ödemiş, ötekileştirilmiş insanlarız.
Eğer elimize güç geçtiğinde bize zulmedenlere benzeyeceksek, eğer biz de onların yaptığı zulmün bir benzerini yapmaya çalışacaksak, bu ilk önce inandığımız davayı inkâr ettiğimiz anlamına gelir.
Vatana, bayrağa, toprağa ihanet etmediği sürece bu ülkede herkesin düşünce hürriyetinden en az bizim kadar, belki de bizden fazla yararlanması bir haktır.
Onların işsiz bırakılmasını, onların açlıkla terbiye edilmesini savunmak bu kutlu davaya hizmet değil, ihanettir.
Bakınız!
Ben Ahmet Hakan'ı, Şirin Payzın'ı ya da bir başkasını eleştirebilirim. Düşüncelerine katılmayabilirim ama düşüncelerini özgürce dile getirmeleri için elimden gelen her şeyi yaparım.
Ama onların işinden edilmesini, aç biilaç bırakılmasını savunamam.
İşledikleri bir suç var ise gereğini yargı yapar. Biz gazeteciler, iktidardan aldığımız güç sayesinde kendimizi hâkim ve savcı yerine koyamaz, "Şunu kovun, bunu aç bırakın" diyemeyiz.
Muhalif olanları yer altına, toprak altına indirmekten daha tehlikeli bir şey yoktur. Gün gelir, toprak altına itilen muhalefet filizlenir ve en zor zamanınızda karşınıza tekrar çıkar.
Bırakın muhalifler gözünüzün önünde olsun. Bırakın dilediklerince yazsın, dilediklerince eleştirsinler. Onları yok ederek, onları toprak altına iterek hataların en büyüğünü yaparız.
Bu ülkeye, bu davaya yapabileceğimiz en büyük kötülüğü yaparız...